DEMOKRASİ VE KAOS YÖNETİMİ

Son günlerin siyasi gündemine suni bir şekilde sokularak, yaşanan toplumsal sorunları bir süreliğine perdeleyip dikkatleri dağıtma ve siyasal rant kazanma amacı güden “ Saraya giden CHP’li “ vakasının tartışmaları bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Yeni bir suni gündem ortaya atılana kadar.
Siyasetin yakın plan çekim alanına giren, partiler, liderler ve bağlantıları üzerine kurulu pratiği; konuya yüzeysel bakan kitlelerde daha çok ilgi uyandırsa da, arka planda, perde gerisinde ustaca gizlenen “ Büyük resmi “ algılama gibi bir sorumluluğumuz var.
Ekonomik sıkıntılar yaşanıyor, gelecek endişeleri artıyor. Her geçen gün değişik versiyonlarla projelendirilip yapay gündemler oluşturuluyor. Terör ve savaş tehlikeleri ile her yana korku salınıyor. Sürekli enjekte edilen bir uyuşturucu gibi, düşünce sistemini felç eden popüler kültürün de etkisiyle, toplumun bireylerinin sağlıklı ve derin düşünmesi engelleniyor.
Bu durum; Çinlilere atfedilen bir atasözünü anımsatır:
“ Parmak ayı gösterirken aptal parmağa bakar “
Gerçeği tam olarak, tüm çıplaklığı ile görme yerine küçük ayrıntılarla oyalanıyoruz.
Bu benzetmeden toplumsal bir yergi anlamı çıkarılmamalıdır. Tam tersine, toplumun bireylerinin dünden bugüne, dışarıdan ve içeriden kurulan tuzaklar, yalanlar ve demagojilerle içine sürüklendiği travmalar ve mağduriyetler anlatılmak istenmektedir.
Demokrasinin tam olarak yerleşmediği toplumlarda, küresel projelerin güdümündeki siyasi partiler, sendika, dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütü maskesine bürünen NGO’lar ( Non Governmental Organizations ) içine sızmış, o ülke aleyhine çalışan, değişik amaçlı kişi ve kuruluşlar, çokça komplo ve entrika üretirler.
Her şey, küresel kapitalizmin egemenliği ve saltanatı içindir. Toplumlar ve bireyler de, bu ekonomik, siyasi ve sosyal hegemonyanın daha rahat işleyişine uygun hale getirilir.
Çok gerilere gitmeden Cumhuriyet tarihine bakmak bile bu konudaki tezleri su yüzüne çıkarır.
– Siyasi entrikalar, darbeler, kumpaslar,
-Aydınlara, vatanseverlere uygulanan baskılar, idamlar, hapisler, sürgünler,
– Ülkelerine ihanet içindeki siyasiler, bürokratlar, “ sahte aydınlar “ ,
– Bitmeyen ekonomik krizler, toplumsal çatışmalar,
– Tüketim çılgınlığı, rant avcılığı, doyumsuz egolar, popülarizm,
– Önlenmeyen kadın ve töre cinayetleri,
– Göz yumulan doğa katliamları,
– Akıl almaz demagoji ve yalanlar…
İçinde yaşadığımız toplumun sürüklendiği sahte cennetten manzaralar…
Algı operasyonlarının, kumpasların, darbelerin, terörün ve tüm korkuların panzehiri, hakkın, adaletin, eşitliğin ve refahın yolu, en üst düzey demokrasi ve şeffaflıktan, aklın ve hoşgörünün toplumun yaşam biçimi haline getirilmesinden geçer.
Demagoji, ego savaşları, kişisel çıkar kavgaları ülkeyi, toplumun bireylerini hiçbir yere götürmez. Fırtınaya tutulmuş pusulasız bir gemi misali sarp kayalıklara doğru savurur. Belki “ Güç odaklarını, iktidarları “ bir süreliğine ayakta tutar, ancak batan gemide kurtulan olmaz.
CHP ve ittifak yaptığı siyasi partiler; algı ve itibarsızlaştırma, kara propaganda operasyonlarını aşa aşa, provokasyonların içyüzünü, niteliğini deşifre ede ede ilerlemek zorundadır. Attığı her doğru adımı, “ FETÖ taktiği, FETÖ söylemi, PKK ile aynı safta yer alma “ safsataları ile baltalamaya çalışan eğitilmiş, görevlendirilmiş, maskelenmiş “ Etki ajanlarını “ etkisiz kılacak mekanizmaları ve kadroları oluşturup “ Sahaya “ sürmelidir.
Kara propagandaları, kumpasları, entrikaları aşmanın yolu da önce kendi içinde demokrasiyi, şeffaflığı, adaleti, liyakati, sevgi ve hoşgörüyü yerleştirmekten geçer.
Demokrasinin tam olmadığı ülkeler, dışarıdan ve içeriden tezgâhlanan provokasyonlara daima açıktır. Demokrasinin olmadığı siyasi partilerde de durum aynıdır. “ Demokrasi bizde daha fazla, biz her şeyi ulu orta söyleyip eleştiriyoruz “ düşüncesi bir aldatmacadır. Her şeyi eleştirme bir ölçü değildir.
Demokrasinin; hak, hukuk, adalet, eşitlik, liyakat, şeffaflık, akıl ve hoşgörü gibi birçok kuralı vardır. Standartları ise; kötüye, eksik olana bakarak değil, gelişmiş evrensel normlara göre tayin edilir. Hepsinden önemlisi de; topluma “ Demokrasi korkusu “ yerine demokrasi kültürünü aşılamakla bu konuda yol kat edilir.
Siyaset ve siyasi partiler; kaos ortamında, puslar, karanlıklar içinde “ Küçük imparatorluklar “ kurarak, demokrasiden kaçarak, yalanlar üzerinde yürüme yolunu seçebilirler. Toplumlarını ve taraftarlarını peşlerinden sürükleyebilirler.
Ne var ki; tarih doğruları da yanlışları da gün gelir kuyumcu terazisiyle tartarcasına ayıklayarak ayrı ayrı sayfalara yazacaktır.
28 Kasım 2019

ÖMÜR MUHALEFETLE GEÇER

Haktan, adaletten, demokrasiden, özgürlüklerden yana duracaksan, bu düzende onurlu hayat muhalefetle geçer.
Attığın her adımda, şahsi çıkarlarından hiç vazgeçmeyeceksen, sürgit doyumsuz egolarının peşinde koşacaksan, güçlülerden, varlıklılardan, iktidarlardan yana tavır alacaksın.
Gözüne batan, üstüne üstüne gelen yaşamın gerçeklerini es geçeceksin.
“ Onlar “, inanmasalar da, her an kendilerinin doğru ve haklı olduğunu söyleyecekler, ama saklanıp itiraflardan korktukları, yüzleşmelerden hep kaçtıkları için, yalanlarıyla ömürlerini tüketecekler.
Evrende bir kum tanesi bile olmayan fani “ yolcu “!
Hangi yolu seçeceğin sana kalmış.
Ne yöne gideceğini bulamıyorsan, aklına ve vicdanına sor.
Aradığın ışığı göreceksin. 

BALKANLAR GEZİ NOTLARI

Kavurucu yaz sıcaklarının sona erip sonbahar yapraklarının hafiften esen rüzgârla savrulduğu bir mevsime rastladı Balkanlar turu. Daha doğrusu; tüm Balkanlardan ziyade, Arnavutluk ve dağılan Yugoslavya’dan ortaya çıkan irili ufaklı ülkelere kuşbakışı sayılabilecek bir seyahat.
Belirli bir merkeze uçakla varıştan sonra, çoğu otobüs yolculuğu ile ve birer, ikişer gün arayla yer değiştirerek yapılan bu yorucu seyahate katılmamız bir parça tereddütle başladı. Daha önce gidip görenlerden dinlemiştik; uzun, yorucu bir gezi olduğunu. Ancak, tarihin derinliklerinden gelen öyküler ve Rumeli türküleriyle süslenen geçmiş dönemlere ait izleri yakından görme merakı da yok değildi. Ne de olsa Anadolu kadar Rumeli de yüzyıllardan bugüne uzanan, köklerimizi, kültürümüzü oluşturan, bizi kendine doğru çeken büyülü bir coğrafya olma özelliği taşıyordu. Beş yüz yıllık Osmanlı tarihinin, Enver Hoca’nın, Mareşal Tito’nun, yakın geçmişteki trajik iç savaşın ve henüz durulmamış toplumsal çalkantıların kaybolmamış izlerini taşıyan bu topraklardaki ülkeler, dünyayı ve kendimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak bir hazine olarak duruyor.
Uçakla vardığımız ilk durak, Arnavutluğun başkenti Tiran’dı.
Bilgili, tecrübeli, sempatik bir Karadeniz delikanlısı olan rehberimizle Tiran Hava Alanı çıkışında tanıştık. Daha şehir turuna başlamadan otobüste anlatısına başladı. Genel olarak gezi ile ilgili bilgileri önceden derlemiş olsam da, ayrıntıları, bilmediklerimi rehberden hafızama kaydetmeye başladım.
Arnavutluk; üç milyon kadar nüfusu olan küçük bir ülke. Başkent Tiran ise 800.000 nüfuslu. Karadağ, Kosova, Makedonya ve Yunanistan’a komşu. Adriyatik Denizi’nde kıyısı var. Nüfusun çoğunluğunu Arnavut Müslümanlar oluşturuyor. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesinden sonra, 1912 yılında bağımsızlığını kazanmış. 1939’da İtalya, 1943’te Almanya tarafından işgal edilen ülke, Enver Hoca liderliğindeki Komünist Partisi’nin direnişi ile 1944’te bağımsızlığını yeniden kazanıp sosyalist bir rejime geçmiş. Sovyetlerin dağılmasının etkisiyle 1990’larda yerini sancılı bir dönemin ardından “ Yeni dünya düzenine “ bırakmış.
Bugün Arnavutluk; ekonomik olarak zayıf, çok yönlü toplumsal sorunlarla boğuşan bir ülke. Gelecekle ilgili henüz ciddi bir vizyon oluşturmuş, kendine bir yön çizmiş halde değil. Eski rejimle yenisi arasındaki geçiş ve yeni hayata ayak uydurma sancıları yaşıyor.
Başkent Tiran’daki iki saatlik bir şehir gezisinin ardından, Arnavutluk turu neredeyse başlamadan bitti. Arnavutluk topraklarındaki birkaç saatlik otobüs yolculuğunun ardından Makedonya topraklarına ulaştık.
Makedonya’ya adım atar atmaz, gezimizin merkezini oluşturan Yugoslavya tarihiyle yüz yüze geliyoruz. Dağılan Yugoslavya’nın yerine kurulan 7 küçük ülke, kendi içinde ayrı bir tarihe sahip, çalkantılı, acılı bir sorunlar yumağı içinde savrulmaya devam ediyor.
Sırbistan olarak bilinen ülke, 1389 yılındaki Kosova Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir derebeylik olarak 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla çıkan isyanlardan birisi de Sırp isyanıdır. 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan bağımsız bir krallık haline geldi. Osmanlı Devletinin zayıflamasından yararlanan Sırplar, 1913 yılında Makedonya’yı da alarak topraklarını genişletti. Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu topraklarındaki Slovenler, Hırvatlar, Boşnaklar ve Sırplar, Sırbistan Krallığı adı altında birleşti. 1929 yılında krallığın ismi “ Yugoslavya “ olarak değiştirildi.
İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru, Tito’nun önderliğinde, Alman işgaline karşı partizanların verdiği kurtuluş savaşı sonucu Yugoslavya Sosyalist Federasyonu olarak yeni bir devlet ve idare yapısına kavuştu. Yeni rejim, Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna- Hersek, Makedonya ve Karadağ’dan oluşan 6 cumhuriyet ile Sırbistan içindeki Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerine geniş yerel haklar tanıyan, yerel yönetimlerin ağırlık kazandığı bir yapıyı benimsedi. Ne var ki, bu ademi merkeziyetçi yapı, gittikçe otonom yapıların milliyetçilik çizgilerini keskinleştirerek ayrışmasını önleyemedi.
1980’de Josip Broz Tito’nun ölümünün ardından gittikçe kaynayan bir kazan haline gelen, dış manipülasyonların etkisinden de kurtulamayan Yugoslavya, 1989’da Sırp lider Miloseviç’in Kosova ve Voyvodina’nın özerkliklerine son vermesi ve Karadağ’ı kendisine bağlaması ile iç savaşın kıvılcımlarını yakmış oldu. Diğer cumhuriyetlerde de bağımsızlık hareketi tetiklendi. Haziran1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle Yugoslavya’da çözülme süreci ve buna bağlı çatışmalar başladı. Eylül 1991’de Makedonya, Kasım 1991’de Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yugoslavya’dan geriye Sırbistan ve onun denetiminde Karadağ kalmıştı. 2003 yılında, Yugoslavya ismi de kaldırılarak yerine Sırbistan- Karadağ Cumhuriyeti ismi benimsendi. 2006 yılında Karadağ’ın, 2008 yılında ise özerk Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile, Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna- Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova’dan oluşan 7 ayrı devlet ortaya çıkmış oldu.
Dünya konjonktürü, Sovyetlerin dağılması etnik çatışmaları zirveye doğru tırmandırmıştı.
Tito; hayattayken bu hassas dengeleri son derece iyi gözetmiş ve şöyle demişti:
“ Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde birisi bu görevi devralır. Yoksa kristal küremiz yere düşer ve tuz buz olur…”
Elbette ki, bu ayrışma ve bağımsızlık hareketleri sancılı, çatışmaların, katliamların yaşandığı bir iç savaşla birlikte yürüdü. En önemli çatışmalar, üç buçuk yıl süren, Bosna-Hersek’in referandum sonucu bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Nisan 1992’de Sırpların Saray Bosna’yı kuşatması ve giriştikleri katliamlar esnasında yaşandı.
İç savaşta ölenler, kaybolanlar ve yaralananlar yüz binlerle, yerini, yurdunu terk edenler milyonlarla ifade ediliyor. Yakılıp yıkılan, tahrip edilen bina, araç, gereç sayısı ise tam olarak bilinmese de yüz binlerle anılıyor. Sadece katliamların en büyüğünün yaşandığı Srebrenitsa’da birkaç günde 8372 kişinin ölümü kayıtlara geçmiş durumda.
Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına rağmen katliamları önleyememiş, zamanında müdahale etmeyerek adeta katliamlara göz yummuştur.
Ölümlere ve kayıplara ait rakamlar neyi gösteriyor?
Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasında, tarihin en büyük, en trajik katliamlarına sahne olan bir iç savaş yaşanmış ve gelecek nesillere miras düşmanlık, kin ve nefret tohumları ekilmiştir.
Yaşanan iç savaşın ardından, paramparça olan Yugoslavya’dan doğan yeni devletler içinde, ayrı bölgelerde, birbirine düşman etnik ve dini yönden bölünmüş halklar yan yana yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kimilerinde Sırplar, Hırvatlar çoğunlukta, kimilerinde Boşnaklar.
Gezinin sonraki durakları olan Ohrid, Üsküp, Manastır, Saray Bosna, Belgrad, Sarajevo, Trebinje gibi şehirlerin hepsinde bu ayrışmayı görüyoruz. Binalardaki ve caddelerdeki havan, makineli tüfek mermilerinin izlerini de.
İdari yapılar, özellikle de Bosna-Hersek’te, iç savaş gerilerde kalmış olmasına rağmen hâlâ karmakarışıktır.
Sonuç olarak; Yugoslavya, çok savaş görmüş, çok acılar yaşamış, büyük kısmı dağlık, dağların arasında verimli ovaları, nehirleri ve iklimi ile büyük, büyüleyici bir ülke.
Hiç değilse bir kez gezip görmeli.
500 yıl Osmanlı hâkimiyetinde, 46 yıl sosyalist bir cumhuriyet olarak yönetilen ülke bugün küçük devletçiklere, kantonlara bölünüp parçalanmıştır. Her devletin içinde ayrışmış, kendi içine çekilmiş uluslar her an yeni ayrılıklara gebe olarak yaşamaktadır. Daha fazla dağılmamanın tek yolu ise “ Barış içinde bir arada yaşama” formülünü benimseme ve barışın yollarını yeniden keşfetmekten geçiyor.
Yugoslav tarihi ve yaşanan iç savaş, aynı acıları yaşamamak için bize ve diğer uluslara da ibret alınacak dersler sunuyor.
Savaşın izlerinin henüz silinmediği her yerde aynı yazılı sloganlar göze çarpıyor” Unutma, unutturma”.
Öç alma duygularına seslenen geçmiş acıları ve katliamları “ unutma” olarak da yorumlamak, aynı şeylerin yaşanmaması için “ Barışın zor, dikenli yollarını bir şekilde bul” şeklinde de yorumlamak olası.
Hangi yöne gidileceği henüz belirsiz. Kimin alıp götüreceği de.
“Barışın dili olsa,
Gökyüzüne çıkıp,
Usulca fısıldasa,
Dostluğu, kardeşliği,
Yugoslav dağlarına,
Vadilere, ırmaklara,
Ve de tüm yeryüzüne,
Bilmem,
Duyan olur mu?”
12 Kasım 2019

PUSLU CAMIN ARKASI

Konu siyaset, toplum ve ülke sorunları olunca hemen herkesin söyleyecek bir şeyleri bulunur. Öyle siyasetle, içinde yaşadığımız toplum sorunlarıyla içli dışlı olduğumuzdan, siyaseti vazgeçilmez, çekici bir uğraş olarak gördüğümüzden filan değil. Bir konuyu temelden ele alıp ayrıntılı olarak inceleyip kavrama, nihai, gerçek sonuca bağlama gibi bir kaygımız yoktur. Bu, her şeye yüzeysel bakıp yine de fikir yürütme alışkanlığımızdan olsa gerek. Siyaseti, oy verme dışında kendiliğinden yürüyen bir faaliyet alanı olarak görür, toplumsal sorunları da genellikle bu işin “ uzmanlarına” havale ederiz. Arkadaş sohbetlerinde bu konular açıldığında yine de iddialı fikirlerimiz vardır.
Konu, doğru ya da yanlış fikir beyan etme sınırlarının ötesine de geçip bazen öznel, acımasızca yapılan “ aydın, yazar, çizer” yargılamalarına kadar uzanır.
Gerekçesi olmayan, yüzeysel, duygusal yargıların talihsiz yanılgılarını hep görürüz de bir türlü özeleştiri erdemine ulaşamayız. Bu, bize ve bizimle aynı ya da daha alt seviyede gelişmişlik ( belki de gelişmemişlik ) düzeyine sahip toplumların bireylerine, “ aydınlarına “ özgü garip bir çelişkidir.
Kendi dışındakileri, toplumu, toplumun değişik kesimlerini hor gören, onlarla bir yere varılamayacağını, cahil, bencil, asalak, kişilik yoksunu olduklarını düşünenlerin sayısı bir hayli çok.
Eleştirel bakma, aksaklıkları, eksiklikleri, farklılıkları algılama, onlarla yüzleşip kötü gidişata işaret etme bir bakıma doğrudur da. Birçoğumuz bunu yaparız, ama neden sonuç ilişkisi ile sonu getirilmeyen, gerekçesiz yargılar hep yanlış anlaşılır, yanılgılara götürür.
İşte edebiyat dünyasından birkaç örnek.
Aziz Nesin, bir tarihte “ Toplumun yüzde altmışı aptal “ demişti. Sonra bu oranı yüzde doksana çıkardı, ama sonu gelmedi, söylenenler boşlukta bırakıldı. Bu söz, gerçekten de toplumun yüzde altmışı aptal olarak algılandı. Toplumu kör karanlıklara hapsedip aptal haline getirenler öne çıkarılsaydı daha farklı bir algı yaratılırdı. Aziz Nesin, bu dünyadan çoktan göçüp gitti, ama bu algı tarihsel bir ‘ miras ‘ olarak kaldı.
Aziz Nesin gibi bir aydın, söylediği sözden dönüp özeleştiri yapma erdemliliğini de göstermedi.
Nazım Hikmet, toplumcu bir aydındır. Çok başarılı bir şairdir. Ama bakın meşhur bir şiirinde ne diyor:
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını,
sürüye katılıverirsin hemen,
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup,
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm,
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer,
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”
Ülkesini ve toplumunu seven bir şair olan Nazım Hikmet’in şiirinde oluşturulan algı; halkın cahil, korkak, sürü gibi, tuhaf bir mahlûk olduğudur. Duygusallık ve kızgınlıkla yazıya dökülmüştür, ama sonuç, olumsuz, yanlış algı değişmiyor. Çünkü, sonu bağlanmamış, yarım bırakılmış, gerekçesiz bir serzeniştir yapılan.
Topluma bakışla ilgili belki de en önemli, en gerçekçi yaklaşımlardan biridir,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “ Yaban “ romanı.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’da bir köyde geçer romana konu olaylar. Sakarya Savaşı sonrası, Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği “ Tetkiki Mezalim Heyeti “ yıkık binaların taş yığınları arasında yırtık, kenarları yanmış el yazılarını bulur. Roman bu el yazmalarından doğar.
İdealist bir İstanbul aydını olan ve savaşta bir bacağını kaybeden Ahmet Celal, emir eri Mehmet Ali’nin daveti ile onun köyüne sığınır. Hayalindeki temiz yürekli, duygulu, candan insanların yaşadığı Anadolu ile gerçekler çok farklıdır. Hayal kırıklıkları ve iç hesaplaşmalarla geçer olaylar.
“ …Şimdi ne görüyorum? Anadolu…Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, millî timsalin, millî bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malûlü Ahmet Celal yapayalnızım.”
Yakup Kadri; kahramanının ağzından anlattığı, eleştirdiği toplumunun insanlarını, zaman zaman araya girerek, özeleştiri de yaparak, bir düze çıkarıp daha farklı, toplumcu bir algıya yöneliyor.
“ Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”
Toplum dediğimiz; evrende kendi halinde seyreden dünyanın kucağında oluşan, o ülkenin başta siyasi iktidarı olmak üzere, siyasi partilerinin, sivil toplum örgütlerinin, aydınlarının ve de tarihinin derin kültürel mirasının şekillendirdiği karmaşık bir yapıdır. Basitçe, kendi kendine oluşmaz.
İçinde yaşamakta olduğumuz dünyaya; doğaya, insanlara ve nesnelere baktığımızda, açgözlü, tembel, saltanat ve ihtiras peşinde koşan “ kötü sanatkârların “ eseri olan, gittikçe de biriken ucubeler yığınını görüyoruz.
Kimi zaman hor gördüğümüz, çoğu zaman eleştirdiğimiz, beğenmediğimiz insanlar, davranışlar, alışkanlıklar, inançlar, tüm olumsuzluklar, yalnızca işaret ederek, yanlış algılar oluşturarak bir çırpıda değişmez. Toplumda, bize göre eğreti olan ne varsa elbette ki eleştirilebilir, ancak eleştiriler sorunların nihai, asıl kaynağı olan, olumsuzluk üreten kişi, gurup, oluşumlarla bütünleştirildiği zaman yerli yerine oturur. Elbette ki bu bütünlük başka zamanlarda, başka yerlerde söylenilenlerle, yazılıp çizilenlerle değil, aynı metin veya söylem içinde, o an oluşturulur.
Bu kötü tabloda, bu enkaz olup birikmiş olumsuzluklarda hangimizin ne kadar payı var?
Düşünme zamanıdır…

EYLÜL AKŞAMLARI

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Geçmişe bakar yanarım.
Dinmez içimdeki yangın,
Soğuk sulara hasretim.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Batan güneşe yanarım.
Aydınlık karanlığa,
Ha döndü, ha dönecek.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Cümle kaybedilenlere yanarım.
Ne çare,
Gidenler geri gelmez.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Uzaklara bakar yanarım.
Bulutlara uzanan düşlerim,
Neredeyse gökyüzünü delecek.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Çaresiz yalnızlıklara yanarım.
Sesine, nefesine hasretim.
Uzak da olsan bir ses ver.

ALGILAR PARAM PARÇA

ALGILAR PARAM PARÇA

İnsan, ömrünün çoğunu kendinden kaçarak tüketir. Hep dışarıda, başkalarında arar kendini, özlemlerini. Ara sıra kendi aynasına dönüp baksa da, dehşete kapılıp kaçar, uzaklaşır gördüklerinden. Fazlaca derinlere inip kendi iç yolculuklarına çıkmaktan korkar.
Dışarıda gördükleri ise; aslında bir yalanlar zincirinden, bir hayalden, bir illüzyondan ibarettir.
Gerçeği, gözler görmez, kulaklar işitmez, diller söylemez olur. Cümle âlemin sisler arasındaki yaşamı gerçek sanılır, oysa her şey göründüğünden farklı, yaşamın derin sırları Kaf dağının ardında gizlidir.
Küresel rant düzeninin oluşturduğu algılar kırık dökük, kapkaranlık dipsiz kuyulara uzanır. Dün, bir çırpıda edindiğimiz eğreti yargılar bugün değişiyor, yarın ise yerini başka ucubelere bırakıyor.
Ne kadar etkili sözlerle anlatsanız da, insanların size göre yanlış algılarını değiştirip onları bir çırpıda doğrulara, gerçeklere yönlendirmeniz oldukça zor, ama olanaksız değil.
Bugün kulak ardı edilen, görmezden gelinen, itibar görmeyen söylemler, açıklamalar, gerçekler, yaşam pratiğinde bir gün anlaşılacaktır. Ne var ki her gecikmenin, her geçen zamanın ağır ödenen bedelleri vardır. Size göre doğru bilinenler bıkmadan, sabırla, kararlılıkla, hemen sonuç beklemeden söylenmeye devam edilmelidir.
Hatalı, eksik de görseniz sizin dışınızdakilerin sesine, “ O sese “ kulak vermeniz gerekiyor. “ O ses “ sizin gibi düşünmüyor olabilir. Haklı olduğunuzu düşünüyorsanız, inandırmanın sihirli formüllerini keşfedin, mucizeler peşine düşün.
Bilimsel sağduyu ile bireyin duygusal, devamlı değişen, kendine güvensiz, ürkek değer yargıları sürekli çatışır.
Nasıl mı?
“ O ses “ diyor ki; Ekrem İmamoğlu, Tunç Soyer, Mansur Yavaş, v.b. kurtarıcı olabilir mi?
Sağduyu diyor ki; kişileri, olayları değil, asıl sistemleri tartışmak gerek. Kurtarıcı arayışları sonuç vermez. Doğruyu ancak sistemleri sorgulayarak bulabiliriz.
“ O ses “ diyor ki; ‘ Bu millet adam olmaz ‘, ‘ Gençler ilkesiz, idealsiz, tembel ‘.
Sağduyu diyor ki; gerçek ‘ Kör gözlerin ‘ gördüğünden de vahim, ancak toplum büyük bir algı kumpası altında. Toplumun bireylerinde ve gençlerde gördüğümüz ne kadar olumsuzluk varsa, bu enkaz gerçeklere sırtını dönen, ya da onlarla yüzleşmekten korkan bizlerin, hepimizin eseri. Asıl suçlu biziz.
“ O ses “ diyor ki; faizler birkaç puan düştü, ekonomi canlanacak.
Sağduyu diyor ki; ekonomide akılcı, köklü reformlar yapılıp ulusal üretim seferberliği ilan edilmedikçe, lüks ve aşırı tüketimin önüne geçilmedikçe, yalnızca dış kaynakla, borçlanmayla ekonomi düze çıkmaz, ancak sorunlar ertelenerek daha çok birikir.
“ O ses “ diyor ki; yollar, köprüler, gökdelenler, alış veriş merkezleri, yeni hava limanları yapılıyor. Köylerimizin sokaklarına kadar kilit taşları döşeniyor, yollarımızda marka marka, son model arabalar cirit atıyor, ülke adeta uçuyor.
Sağduyu diyor ki; medeniyet güzel şey, ama o kadar asri yaşayacak kadar paramız yok. Borçlanarak, kamu mallarını, hazine arazilerini satarak, yabancı sermayeye fütursuzca kapıları açarak, her birimizin geleceğini ipotek altına alarak ülke kalkınamaz, ancak sömürgeleşir.
“ O ses “ diyor ki; bugün sahip olduklarımıza bakarsak düne göre iyiyiz.
Sağduyu diyor ki; dünü ve bugünü ancak dünya ülkeleriyle kıyaslamalı olarak, tüm ekonomik, siyasal ve sosyal göstergelerle birlikte değerlendirirsek gerçek durumumuz anlaşılır. Bu açıdan bakın, hemen her alanda geriyiz.

Kısacası, toplumsal algılar alt üst olmuş durumda.
“ Birileri “ sürekli olarak duygular ve inançlarla oynuyor, oynatıyor.
Tarihi, adeta tersine döndürmeye çalışıyor.
Belki tarihin akış hızı değişir, ama tarihin yönü değişmez.
İleri, hep ileri…

PUSULASIZ YOLCULUK

Türkiye; varacağı liman ve rotası belirsiz bir gemi misali dalgalı denizlerde yol almaya devam ediyor.
Toplumların her yönüyle refah ve mutluluğa ulaşmasının başta gelen koşulu; kendilerine bir vizyon oluşturmaları, varmak istedikleri gerçekçi, doğru hedefleri açık, seçik ortaya koymalarıdır.
Bu, ulusal bir vizyon olmalı, özgürce belirlenmelidir. Toplumu tarihsel olarak geriye değil ileriye, daha çağdaş, daha özgürlükçü bir yapıya doğru taşımalıdır. Farklı görüş ve düşüncelere açık olmalı, ancak toplumsal çoğulcu yapının anlayış birliğini sağlamalıdır.
Ülkeyi yöneten iktidar partileri, muhalefet partileri ve ülkenin tüm bireylerini bağlamalıdır bu vizyon. Bir iktidarın, bir partinin, bir gurubun o anki çoğunluğa dayalı gücü ve çıkarlarına göre sürekli değiştirilmemelidir. Bunun yazılı şekli anayasalardır, ancak anayasalar; darbeler, çoğunluğa dayalı oldu bittilerle değil, bireylerin gerçek anlamda özgür iradeleri ile oluşturulmalıdır.
Cumhuriyet kurulalıdan bu yana, gerçek anlamda çağdaş bir anayasa oluşturulamadı. Bunun değişik tarihsel ve siyasal nedenleri vardır.
1921 ve 1924 Anayasaları, işgal ve savaş koşullarının atmosferinde hazırlandı. 1961 ve 1982 Anayasaları ise, büyük ölçüde askeri darbelerin izlerini taşır. Kısmi olarak birçok kez yapılan anayasa değişiklikleri ise, “ ulusal vizyonu “ güncelleyip daha çağdaş hale getirme yerine, o anki iktidarların çıkarlarına hizmet etmek üzere yapılmıştır.
Geldiğimiz bu gün çağdaş bir anayasa ihtiyacı ortadadır. Üstelik mevcut haliyle bile Anayasa hiçe sayılarak keyfi uygulamalar sık sık tekrarlanmakta, Anayasa ile tanımlanmış organların işleyişi engellenmekte, hukuk baskı altına alınmaya çalışılmaktadır.
Dünün askeri vesayeti, yerini sivil vesayete bırakma yolundadır.
Ulusal vizyon ( ya da vizyonsuzluk ) toplumun tüm bireylerini etkilemekte, toplumun fertleri ülkede yaşanan kaosun nereye doğru gittiğini tam olarak anlayamamaktadır.
Ülkenin bir Anayasası, siyasi partilerin program ve tüzükleri olmasına rağmen, uygulamada bu vizyonsuzluk durumu sürmektedir. Anayasa ve hukuk kuralları, siyasi partilerin program ve tüzükleri mevcut ( yarı demokratik, ya da anti-demokratik ) haliyle bile fiilen uygulanmamaktadır.
Siyasi partilerin her biri, en doğrusunun kendi gittikleri yol olduğunu anlatarak, her fırsatta diğerlerini karalayarak tabanlarını şahsi hırs ve iktidarları uğruna tutma, ayrıştırma yolundan vazgeçmemektedir.
Parlamento dışı birçok farklı siyasi oluşumlarda da anlayış aynıdır.
Hedef ( vizyon ) yok, ama herkesin yolu doğru…
Kişisel çıkarlar, hırslar, gizli gündemler, yalanlar üzerine kurulu siyasi yapıların vizyonu ve yolu ne olabilir ki?
Bu karanlık tabloyu kimler bu hale getirdi?
Ben, sen, biz, hepimiz…
Çare, kaçıp uzaklaşmak mı?
Tam aksine, daha çok yaklaşmalı.
Her birimiz, pusulasız seyreden aynı geminin yolcularıyız.
Çocukların ve büyüklerin yazarı Lewis Carroll’un, ‘ Alice Harikalar Diyarında ‘ adlı kitabının bir yerinde şöyle anlamlı bir diyalog geçiyor ( birçoğunuz bilirsiniz ):
“ …Bir gün Alice, yürüyerek yolun çatallaştığı noktaya geldiğinde, ağaçta bir kedi gördü.
– Hangi yoldan gideceğim? diye sordu.
Kedi onu bir soruyla yanıtladı.
– Nereye gitmek istiyorsun?
– Bilmiyorum, dedi Alice.
– Öyleyse.. dedi kedi, hangi yoldan gideceğinin bir önemi yok.”

HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK

Tahminlerin ötesinde bir farkla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazanan Millet İttifakı, siyasetin önüne yeniden karılacak olan oyun kartlarını koydu.
Açılan yeni sahnedeki siyaset oyunu, öyle görünüyor ki yakın dönemde büyük değişikliklere gebe. Yerel bir seçim olsa da, sonuçları ülke siyasetini kaçınılmaz değişimlere zorluyor. İktidar ve muhalefet yeniden şekillenecek, dağılmalar, yeni ittifaklar aranacak, açılan yeni sahnede her parti daha uygun pozisyon almaya bakacak.
31 Mart’ta, az farkla da olsa muhalefet öne geçmişti. 17 yıldır ülke siyasetini, 25 yıldır İstanbul siyasetini elinde tutan iktidar, geride kalmış, İstanbul’la birlikte birçok büyük şehri de kaybetmişti. Sonucu kabullenmesi, içine sindirmesi kolay değildi. Bıraktığı anda, dalga dalga yaşanan depremin artçıları gelecekti.
Değişik itiraz ve bahanelerle, toplumun anlayamadığı gerekçelerle seçimlerin iptali için her yol denendi ve kimselerin içine sinmese de, yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri iptal edildi.
Bu karar akıllara bir türlü yatmadı.
İtirazlara, yükselen toplumsal tepkilere kulak bile asılmadı. Daha öncekilerde yaşandığı gibi, değişik manipülasyonlarla toplumsal iradeye yön verilerek sonuç değiştirilmeye çalışıldı.
Ama olmadı.
Tam tersine, daha önce kendi adayını çıkaranlar da, sandığa gitmeyenler de, başka partilere oy verenler de başka illerden, tatil beldelerinden akın akın İstanbul’a koşarak, iktidar ve muhalefet cephesi arasındaki on üç binlik oy farkını yedi yüz binin üzerine çıkararak herkesi şaşırttı.
Bu nasıl oldu, böylesine bir doğal ittifak nasıl sağlandı?
Her şey, bir çocuğun çocukça, sonucunu tahmin edemediği bir sloganıyla başladı:
“ Her Şey Çok Güzel Olacak”
Kulaktan kulağa yayılan bu bir cümle her şeyi anlatmaya yetmişti. Projelere, vaatlere, nutuklara pek bakılmadı. Zaten büyük mitingler, gösteriler, reklam kampanyaları da yapılmadı.
Bu söylem, sanki kapıyı açıp milyonları bir sel halinde içeride bir alanda toplayan sihirli bir sözcük gibiydi.
Anket firmalarının çoğu sonucu çoktan görmüş, açıklamıştı. Ama yapacak bir şey yoktu.
Çaresizce atılan yanlış adımlar, muhalefeti daha da toparladı. Önü alınamayan bir sel haline getirdi.
23 Haziran akşamı; muhalefetin büyük bir oy farkı, seviyeli coşkusu ve alkışları eşliğinde sahne kapandı.
Ekrem İmamoğlu’nu, parti liderlerini, emek ve özveri sahiplerini kutlamak gerekir.
Sonuç; kollektif, örgütlü bir cephenin zaferi.
Topluma,” ötekilere” karşı üstünlüğün, ayrıştırmanın değil, birleşmenin, bütünleşmenin zaferi.
Açılan yeni sahnede, biriken, kangren haline gelen siyasi, ekonomik, sosyal sorunlar kapıda bekliyor.
Toplum, krizler sarmalından bir an önce kurtulmayı bekliyor.
Halk; siyasilere gerekli mesajı en açık haliyle verdi.
Ufukta umudu gölgeleyen sis bulutları dağılmış değil. Tehlikeli oyunlar, entrikalar, tehlikeler, zorluklar bitmiş değil.
Bundan sonrası çok da kolay olmayacak.
Ama umuda dört elle sarılın.
“ Her Şey Çok Güzel Olacak”

MUHALİF

Resmi öğreti dışındaki gerçek, yazılı tarih; efsanelerden oluşan, birbirinden kopuk olaylar yığını değil, biri diğerinin nedeni olan, zincirleme olarak diğerine dönüşen, toplumsal, sınıfsal çıkar çatışmalarının bir izdüşümüdür.

   Bugün, “ küresel efendilerin “ egemen olduğu bir dünyada; aşırı zenginlikle aşırı yoksulluk, bitmeyen savaşlarla barış ve huzur arayışları, baskı ve egemenliklere karşı demokrasi ve özgürlük mücadeleleri, doğa katliamlarına karşı çevrecilik, gericilikle çağdaşlık v.b. sürgit çatışma halindedir.

     Gelenekçi kültürün kıskacından kurtulmuş, bireysel çıkarlarının esiri olmayan, özgür dünyaya açılan yolcuları bekleyen önemli bir görev var:

“ Evrenin doğal seyrine, insan doğasına aykırı olan her şeye sonuna kadar muhalefet.”

     Aksi bir tutum; birer figüran olarak olayların, içinde olmadığımız bir hayatın peşine takılıp sürüklenmek, kayıtsızlık, bencillik, tembellik labirentinin içinde dolanıp çaresizce “ kurtarıcıları “ beklemektir.

     Nelere, kimlere karşı muhalifiz?

     Hayat ve toplumsal yaşam; sürekli olarak el uzatmamız, omuz vermemiz gereken görevler çıkarıyor karşımıza. Küresel dünya düzeninin kıskacında yaşıyoruz hepimiz. Evrenin, toplumların ve bireylerin geleceği güvenli değil. Doğada ve toplumlarda yaşam her an dört bir yanda yeniden filizlenirken; ihtiraslar, doymayan egolar, savaşlar, hastalıklar, yoksulluk ve açlık, içinde yaşadığımız evreni gittikçe daha fazla tüketiyor.

– Her geçen gün dünya servetinin ( emeğin üretiminin ) daha fazlasını tepedeki sermaye baronlarına aktaran küresel kapitalist sisteme ( emperyalist sömürgeciliğe ),

– Bağımsızlığı olmayan küresel işbirlikçi iktidarlara ve onun sağ, sol görünümlü destekçilerine,

– Tutarsız, ilkesiz, iktidar olmaktan uzak, toplumunu oyalayan, her türlü entrika ve provokasyonlara açık muhalefet partilerine,

– Gerçek halk iktidarının organları, kolları olması gerekirken, çürümüş bir siyasetin uzantılarına dönüşmüş sivil toplum örgütlerine, sendikalara, derneklere,

– Küçük şahsi çıkarları için rant ve talandan payını alma telaşındaki sermaye çevreleri, medya, basın ve yayın organlarının sahiplerine,

– Kalemini ve kariyerini pazara çıkarmış yazar, çizer, aydın geçinenlere,

– Zihinleri işgal edilmiş çıkarcı, gelenekçi, fanatik siyaset yandaşlarına,

– Doğa ve içinde yaşayan diğer canlı katliamlarına, Muhalifiz.

     Muhalif olmak ne demektir?

Demokrasi, muhalefetle gelişir. Küresel karartmalar, algı operasyonları, soygunlar, işgaller bilinçli muhalefetle durdurulabilir. Küresel gücün güdümündeki iktidarlar, muhalif görünümlü partiler, dernekler, sendikalar, bilimum NGO’lar tarafından kuşatılmış durumdayız. Muhalefet etmek; bunların hegemonyasından kurtulma umudunu sürekli canlı tutmak demektir.

      Muhalif olmak; aksilik, uyumsuzluk, oyun bozanlık değil, tam tersine insanca, onurlu, hümanist bir duruştur.

     Körü körüne değil, araştıran, düşünen, sorgulayan, üreten, ilkeli muhalefet esastır.

    Hedef; bireysel değil, örgütlü, toplumsal muhalefettir.

     Muhalif olmak; bir kenarda oturup doğru, yanlış sevkiyatı yapmakla değil, toplumsal yaşamın her alanına katılarak doğruları, yanlışları aramakla olur. Bunun tersi bir tutum; demagojilerle oyalanmak, toplumsal görev ve sorumluluklardan kaçmak demektir.

     Muhalefet; yakaladığımız iktidar organlarını elimizin tersiyle itmek de değildir. İktidar oluşumlarını yakaladığımızda, örgütlü, demokratik platformlarda yer aldığımızda sesimizi daha kolay duyurabiliriz. Ancak; amacımız “ ne pahasına olursa olsun iktidar olmak “ değildir.

    Unutmayalım; iktidar olduğumuz noktalarda bile muhalefeti koruma, onlarla sağlıklı diyaloglar kurma, onların sesine kulak verme görevimiz devam ediyor.

    Gerçek demokrasiye ulaşmanın başka bir yolu yok!

HAYAT BİZDEN NE BEKLER?

Bizim hayattan ne beklediğimiz mi önemli, yoksa hayatın bizden ne beklediği mi?

        Evrende bir kum tanesi kadar küçük olan, bizlere cömertçe sonsuz olanaklar sunan dünyaya, içinde yaşadığımız topluma; kul hakkı yemeden, kamuya ait olanı çalıp tahrip etmeden, karşılığını almadan neleri verdik?

    Yani; alın teriyle kazandıklarımızdan, malımızdan, mülkümüzden, eti, kemiği bize ait olanlardan.

    Ya da;

    Karşımıza çıkan fırsatlara başkalarından önce sahiplenme, üretmeden diğerlerinden daha çok tüketme güdüsüyle davranıp, mirasyediler gibi, insanlığın ortak malı olan neleri yiyip bitirdik?

    Konu karmaşık gibi görünebilir.

    İçinde savrulduğumuz yaşam koşulları, bizde kişiliğimizi şekillendiren doğru, yanlış, öznel düşünce ve duygular oluşturabilir. Her birimiz hayata, bize başkalarının açtığı değişik, puslu pencerelerden bakarız çoğu zaman. Geleceğe uzanan beklentilerimiz farklıdır.
    Toplumsal yaşamın içinde, uzanıp ta yakalamak istediklerimiz kimi zaman diğerleriyle barışçıl, ortak zeminlerde buluşsa da, çoğu zaman çatışmalara, sonu gelmeyen çıkar kavgalarına yol açabilir. Bireysel çıkarlar, ihtiraslar, pohpohlanan egolar; her birimizi başkalarına hükmetme, diğerlerini yenme, yok etme eğilimlerine sürükleyebilir. Bir şekilde ele geçirdiğimiz ayrıcalıklar; gözlerimizi ve zihinlerimizi köreltip etrafımızda yaşanan toplumsal travmalara kayıtsız kalmamıza, sırtımızı dönmemize neden olabilir.
     Geriye doğru dönüp baktığımızda; gittikçe artarak günümüze kadar uzanan, servet, mal, mülk olarak kurumsallaşmış, bireysel daha çok sahip olma güdüsünü ve aç gözlülüğünü yenemediğimizi görüyoruz. Toplumlara, sınıflara, katmanlara bölünmüş, aynı sınıf ve katmanların değişik egolara, çıkarlara, inanç ve etnik kimliklere göre ayrıştırılmış bireyleriyle bir kaos içinde yaşıyoruz. 
    Oysa hayatın cömert kolları; hepimizi kucaklamaya yetecek güzellikler ve zenginliklerle doludur. Öyle ki; yaşadığımız dünya sadece biz insanlara değil, üzerinde yaşayan tüm canlılara yetecek kadar geniş, sınırsız olanaklar veriyor.
    O halde; hiç bitmeyecekmiş gibi bolluk ve refah sunan bizim dışımızdaki hayatın bizden beklediklerine, zaman zaman da olsa dönüp bakmak gerekiyor. Aksi takdirde dünyanın ve toplumsal yaşamın gittikçe bozulan dengeleri karanlık bir meçhule doğru sürüklenecektir.
    Dünyayı ve yaşadığımız hayatın alt üst olan dengelerini; karşılığında hiçbir şey vermeden sonsuza dek sömürerek, tahrip ederek, acımasızca yok etme savaşlarına girerek yeniden olması gereken doğal haline döndüremeyiz.
    İnsan olarak bizlerden hayat ne bekliyor?
    İnsanı insan yapan nedir?
    Pisikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, İkinci Dünya Savaşı sırasında, yaşamının bir kısmını Nazi toplama kamplarında ölümü bekleyerek geçirir ve şans eseri imha edilmekten kurtulur. Babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında öldürülmüştür. Dr. Frankl; toplama kampında yaşadığı acı deneyimlere dayanarak tüm bir yaşamı sorguladığı “ İnsanın Anlam Arayışı “ adlı eserinde, hayata ve insana dair bu soruları şöyle yanıtlıyor:
    “ Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.”
    İşe nereden başlamalı?

    Elbette ki, insan önce kendinden başlamalı.

    Daha huzurlu, ayrımcılığın ve aç gözlülüğün olmadığı bir dünya 
 dileğiyle.