İnsan, değişik yüzleriyle maskeli bir baloda dolaşır gibi geçirir ömrünün çoğunu.
Masum, temiz çocukluk yıllarını geride bırakarak çıkılan yolculuklarda kalabalıklara karışıp kaybolurken, eski günlerin, eski yüzlerin soluk izleri de gerilerde, ıssız, kuytu köşelerde, sis bulutlarının ardında yapayalnız kalır. Artık mazi; dar günlerde kaçıp gitmek isteyip de bir türlü adım atamadığımız, ruhumuzu huzura kavuşturmaya çalıştığımız bir sığınaktır yalnızca. Her şeyi bir yana bırakıp geçmişe dönmek istesek de nafile. Çıktığımız, dönüşü olmayan bir yolculuktur.
Her gün karşısına geçip baktığımız aynalardaki simalarda, zamanın kaçınılmaz izlerini keşfetmeye çalışsak da, sonu görünmeyen yolculuğun bizi nereden nereye sürüklediğini, kim olduğumuzu, ne hale geldiğimizi bir türlü anlayamayız. Biz, biz olmaktan çıkıp başka gezegenlerden gelen yaratıklara döndüğümüzü göremeyiz.
İçinde yaşadığımız hayatın sığ, sahte yüzünü gösteren aynalar da buna benzer. Uzaklardan bakıp, gerçeğin yerine sınırları başkaları tarafından çizilmiş bir hayatı görürüz. Sorgulamadan, yargılamadan bir çırpıda kabul eder geçeriz. Çıktığımız yolculuğun her durağında, tam alışacakken “ yenisi “ diye önümüze konulan benzer yol haritasının bizi hangi tuzaklara doğru götürdüğünün bile farkına varamayız. Bize sorulmadan hazırlanmış projeleri, kuralları, ideolojileri, şablonları, reçeteleri bir kenara bırakarak, nedenlerin, sonuçların, gerekçelerin peşine düşüp daha iyi bir dünya, daha aydınlık bir yol arayışı aklımıza bile gelmez çoğumuzun. Bizim dışımızda, önceden belirlenmiş kurallar, gelenekler, değer yargıları, saplantılar, alışkanlıklar, ihtiraslar, egolar, doyumsuzluklar, bitirilemeyen işler, popüler olanı anında yakalama şehveti, gerçek yaşamı görmemizin önünde aşılmaz bir duvar, bir sis perdesi gibi durur. Efendisi olmak yerine bizim olmayan sahte bir hayatın kullarına dönüşürüz. Belki de başkalarının seçerek önümüze koyduğu, birbirimizle yarıştığımız, birbirimizle savaştığımız yalancı bir hayatın günahkârlarına.
Kulluktan çıkıp özgür birey olma, diğerlerine benzemeyip özgün olma, özgün bireyler olup yan yana gelerek daha çok özgürlüğe, refaha kavuşma gibi düşünceler, aşılmaz tepelerin ardında bekleyen hayaller olmaktan öteye gidemez çoğumuzda. Sistem, resmi ideoloji, başkalarının taktığı maskeli yüzlerden kurtulup kendisi olmaya çalışan, kendisini arayan insana düşmandır. Çünkü sistem, bireyin özgün kişiliğini yok edip herkesi birbirine benzer hale getirmek üzerine kuruludur. Sistemin uzantısı haline gelmiş muhalefet yelpazesi içinde savrulanların da durumu, insana bakışı diğerlerinden çok farklı değildir aslında.
İç dünyalarımızın kuytuluklarını, yaşamın derinliklerini yansıtan aynalarda gördüklerimiz ise bambaşkadır. Issız bir kalenin zindanlarına, hiç açılmayan süslü bir hazine sandığına kilitlenen nice gerçeklerle yüz yüze getirir her birimizi. Zindanların kapılarını, hazine sandığının kilitlerini açtığımızda, kendimiz bile şaşırırız gördüklerimize. Oysa gerçek yüzümüz, gerçek kişiliğimiz, yaşamın derin sırları oralarda gizlidir.
Denizin derinliklerinde bir kabuğun içine gizlenmiş bir inci gibi duran gerçekler, bir hazine gibi göz alıcı duruşuna rağmen acıtır, canımızı yakar, zehirli dikenler gibi bir yerlerimize batar her birimizin. Bazen de işkence tezgâhlarına yatırıp kolumuzu, kanadımızı kırar, kızgın bir demirci çubuğunun bedenimize batması gibi dağlar her yanımızı.
İç dünyalarımızın, yaşamın gizli sırlarına ermek; karanlık bir kuyudan çıkıp karşımıza dikilecek dev yaratıklar gibi ürpertir korkutur bizi. Birbirine benzeyen maskeli halimizle kendimizi özgür, güvende hissederiz. Gerçekte ise, özgürlük ve güvence kendimiz olmaktan, kendimizi aramaktan geçer.
Maskeli, sahte yüzlerle doludur her yanımız.
Demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük maskesi taşıyanlar.
Devrimcilik, toplumculuk, milliyetçilik, vatanseverlik maskesi taşıyanlar.
Çağdaşlık, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik maskesi taşıyanlar.
Aydınlık, entelektüellik maskesi taşıyanlar.
Çevrecilik maskesi taşıyanlar.
Dindarlık, muhafazakârlık maskesi taşıyanlar.
Daha niceleri.
Hangi bir sahte yüz insan olmanın yerini tutabilir ki?
Maskeli yüzler, kopya insanlar yaratmak için seferber olmuş bir gelenekçi sistem içinde özgün birey olma savaşı zordur. Sık sık yoruluruz bu kavgalardan. Hastalanıp yataklara düşeriz bazen. Günlük yaşam kavgasından, cephede düşmana karşı girişilen kavgalardan daha öldürücüdür bu kavgalar, ama bir kere savaşa girilirse bu savaş bir ömür boyu sürer.
Maskeli, sahte yüzlerini gördüklerimiz yaşamın derinliklerindeki, içimizdeki hazinelerin ışıldayan yüzüne düşmanca, kin ve öfkeyle bakar. Bir an o derece açıklığı, sadeliği kıskanıp ona gıpta ederken, başka bir an nefretle doldurur tüm benliğini. Onlara yakın durmayı denedikçe öldürme, yok etme duyguları ağır basar. Aykırı, farklı olanı, kendisine benzemeyeni bir yerlere sığdıramaz.
Aykırı, değişik düşünceler, farklı kişiliklerdir hayatı yeşerten, ona can veren. Onlara kulak vermek varken daha filizlenmeden kırıp öldürmek niye?
Gıpta, nefret ve korku ayrılmaz üçlü gibi zaman zaman yer değiştirse de birbirinden hiç kopmaz.
Çoğumuz kanıksarız bu hastalık hallerini, bu histeri nöbetlerini. Onunla yaşamak bir yazgıya dönüşür zamanla. Kimimiz de yaraya neşteri vurup kurtulmak isteriz tüm çelişkili ruh hallerinden. Bazen de yaşamın kendisi dayatır bunu. Hepimizi derinden şöyle bir sarsar.
Tüm dünyayı alt üst eden bir virüs salgını; işlediğimiz tüm günahların kendiliğinden ya da “ Deccal “ ortaya çıktığında bir çırpıda yok olacağını düşünen, gezegenin tüm yaşamını hoyratça tahrip eden insanoğluna bir uyarıdır belki de.
Belki de kapımıza dayanan, kendimizle ve tüm bir hayatla o büyük yüzleşme anıdır. Arınıp sadeleşmedikçe, maskeleri çıkarıp atmadıkça yeniden normale dönmenin başka bir yolu da yoktur.
Yüzleşme; yazgının tutsaklığından kurtulup dikilir yolumuza. Kendimiz olmak isteriz, kendimizin yarattığı bir dünyada yaşamak isteriz. Gıpta, nefret, korku dağılıp bir sevgi yumağına dönüşür. Sevgiliye sarılır gibi, masum bir çocuğun kocaman gözlerindeki ışığı usulca uzanıp yakalar gibi uzanır kollarımız.
Yüzyıllar öncesinden Mevlana’nın seslenişi gelir kulaklarımıza:
“ Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
İnsan; kendi iç dünyasıyla, yaşamın derin sırlarıyla yüzleşmeden, maskeli bir baloda dolaşır gibi sahte bir ömrü tüketebilir mi?
21 Nisan 2020