Demokrasi; yönetim ve denetim yetkisinin halkın doğrudan veya belirli aralıklarla özgürce seçtiği temsilciler eliyle kullanıldığı, toplumsal konumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi olarak tanımlanıyor.
Ulusal egemenlik, özgürlük ve eşitlik, katılımcılık, çoğulculuk, seçme ve seçilme hakkı, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi birtakım temel ilkeleri içeriyor.
Anayasa, parlamento, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, kolluk kuvvetleri ise demokrasinin vazgeçilmez araçları olarak görülüyor.
Hiç şüphesiz ki; amaç demokrasinin bilinen klasik tanımlarını ve özelliklerini yinelemek değil. Demokrasi, çok boyutları olan evrensel bir kavram. İnsan hakları, hukuk devleti, devletin ve bireyin konumu, sosyal sınıfların toplumdaki yeri, bireysel özgürlükler, ekonomik ve sosyal adalet v.b. birçok konuyu kapsıyor. Buna karşılık toplumun demokrasi algısı ise oldukça yüzeysel. Gündelik, öncelikli ihtiyaçlarının bir hayli gerisinde.
Cumhuriyetle birlikte, tepeden verilen çağdaş anlamdaki hak ve özgürlüklerin önemi tam olarak anlaşılamıyor. Kendiliğinden daha fazlası gelecek zannediliyor. Oysa sahip çıkılmadıkça, hak olanın daha fazlası talep edilmedikçe her geçen gün demokrasinin sınırları daraltılıyor.
Neden ?
Tarihe diyalektik bir gözle baktığımızda, ekonomik-toplumsal yapılanmaların sınıfsal bir temele dayandığını görüyoruz. Köleciliğin hüküm sürdüğü çağlarda, toplumsal yapı köle sahiplerinin istek ve çıkarlarına göre şekilleniyor. Feodalizm çağında da, derebeylerin, kralların, imparatorların mutlak otoriteleri karşımıza çıkıyor. Kapitalist ve onun günümüzdeki devamı olan emperyalist toplumsal yapılanmada ise büyük sermaye sahiplerine göre şekillenmiş egemenlik ilişkileri tüm ekonomik, siyasal ve sosyal alanlarda hükmünü sürdürüyor.
Demokrasi anlayışı da bu ekonomik- toplumsal sistemlerdeki egemenlik ilişkilerine göre şekilleniyor.
Kapitalizmin 1900’lerden önceki serbest rekabet dönemine ait demokrasi anlayışı da burjuva sınıfına ait ayrıcalıkları içeriyordu. Ancak, kapitalizmi doğuran tarihsel gelişmelerde ve feodalizme karşı verilen egemenlik mücadelelerinde burjuvazi çağının devrimcisi ve öncüsü durumundaydı. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin dinamik gücü olup çağdaş, ilerici bir karekter taşıyordu. Sanayileşmenin ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan emek sömürüsü ve işçilerin kötü yaşam koşulları hak arayışlarını ve sınıf çatışmalarını ortaya çıkardı. Burjuva sınıfına karşı işçilerin verdiği büyük mücadeleler sonucu ekonomik, siyasi ve sosyal birçok haklar elde edildi. Demokrasi nispi olarak gelişti, yaygınlaştı. Çağdaş, batı tipi demokrasi anlayışı oluştu. Ama toplumda egemenler ve bu anlayışa damgasını vuranlar yine kapitalistlerdi. Emek ve sermaye arasındaki mücadelelerde kimi zaman hak ve özgürlüklerin sınırları genişlerken kimi zaman da toplumsal muhalefetin talepleri zor kullanılarak bastırıldı.
Sermayenin aşırı birikimi ve merkezileşmesi tekelleri doğururken, ekonomide serbest rekabetin getirdiği üretimdeki ilerlemeler yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına ve ranta, siyasal alanda ise burjuva demokrasisi yerini baskı ve teröre bıraktı.
Emperyalist- kapitalist sistemin günümüzdeki adı küreselleşme.
Bugün geldiğimiz noktada; küresel sistemin ekonomik olarak yayılarak dünyanın belirli merkezlerinden yönetildiği, ulus devlet yapılarının, hak ve özgürlüklerin abluka altına alınma savaşlarının verildiği bir kaosun içinde yaşıyoruz. Demokrasi mücadeleleri küreselleşme kıskacında boğulmaya çalışılıyor. “ Çağdaş “ batı, şimdilik daha fazla sahip olduğu hak ve özgürlükler nedeniyle ayrıcalıklı penceresinden Orta Doğu’daki yakıcı ve yıkıcı şavaşları, yaratılan küresel terörü sadece seyrediyor. Ancak çıkan yangınların dünyanın diğer bölgelerine de yayılma olasılığı gittikçe yükseliyor. Ülkemizde ise; Cumhuriyetle eş zamanlı olarak getiremediğimiz demokrasi sancıları artarak devam ediyor. Toplumu yönetenler; 1950’li yıllardan bu yana söylemde savunup eylemde budadıkları demokrasi adımlarını atma yerine, etnik ve dinsel temele dayalı ”algı operasyonlarıyla “ toplumu oyalayıp iktidarda kalma siyasetine devam ediyorlar.
Parlamento’nun, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve derneklerin işlevsiz kaldığı bir ortamda, toplumun zayıf demokrasi algısı ve demokrasi korkusu geleceğe dönük kuşkuları artırıyor.
Bugün; ekonominin, siyasetin ve sosyal yaşamın depremler yaşadığı bir labirentin içinde yolumuzu bulmak için savruluyoruz. Bir yol ayrımındayız. Ya labirentin duvarlarını yıkıp aydınlığa çıkacağız ya da labirentin karanlıklarına daha çok gömüleceğiz.
Umut her zaman vardır.