Yazar arşivleri: Ali İhsan Doğan

BİR ZAMANLAR

Öykü: Bir Zamanlar | Ali İhsan Doğan

Ege’nin kıraç köylerinde, dağların arasındaki küçük düzlüklerde yetişen ballı üzümlerin, altın sarısı tütünlerin para ettiği, nispeten iyi bir hayat, gençlere istikbal sağladığı yıllardı.

Sıcak, sımsıcak bir temmuz ortası… Güneş daha sabahtan ortalığı kasıp kavuruyordu. Dağların, alçak küçük tepeciklerin başladığı yerlere kadar uzanan tütün vadisindeki tüm nebat, yakıcı güneşin gazabına direnircesine gövdesindeki, yapraklarındaki suyu buharlaştırıp ayakta kalmaya çalışıyordu. Güneş tepeye doğru yükselip alevlerini artırınca yalnızca bir mevsimlik ömrü olan tütünler dik durmaya çalışsa da, canlı, taze görünen sarı, yeşil tütün yaprakları teslim olup boyun bükercesine buruşup solgunlaşacak. Ta ki akşam serinliğine kadar. Mevsim sonunda tütün yapraklarından arınıp dikilmiş çubuk tarlalarına dönen tüm arazi, kış girmeden sürülüp toprak çıplak bir kızıllığa bürünecek.

Oraya buraya dağılmış karıncalar gibi çalışan işçilerin bulunduğu tarlalardan uzaklara doğru bakıldığında, nemden oluşan puslu hava, adeta kaynayan dev bir kazandan yükselen su buharını andırıyordu. Ovadan hafif eğimle yükselen bir tepeye doğru gelişi güzel dizilmiş köy evleri, birkaç yüz metre ötede olduğu halde sislerin arsında hayal meyal görünüyordu. Oysa ilkbaharın ve sonbaharın açık, aydınlık günlerinde, köyün kıvrım kıvrım dar sokaklarında dolaşan insanlar bile buradan seçiliyordu.

Göz alabildiğine uzanan, bir tümsek, çalı, çırpı, yere çakılı eğri büğrü taşlar ve boşluklarla çevrili tütün tarlalarının sınırları kaybolmuş gibi. Tarla sınırlarına yakın yerlerde kendiliğinden çıkıp büyümüş palamut ağaçlarının ve çalıların dışında sığınacak bir gölgelik bulmak olanaksız. Ağaç olmayan tarlalardaki tütün işçileri, kızgın güneşten ara sıra kaçıp birkaç dakikalık dinlenme için küfelerden sırıklara bağladıkları bez gölgeliklere sığınıyorlardı.

Sararmış naylon çorap ve pabuçların, kat kat giyilmiş çiçek desenli elbiselerin, başları sıkıca örten renkli yazmaların içinde, farklı dünyalardan gelmiş uzaylıları andıran kadın işçiler, kızgın güneş ve toprak arasında yanıp kavruluyordu. Yeryüzü cennetine insan olarak gelip de oraların deyişiyle “ insanın insanlıktan çıktığı, “ ya da cehennemi yaşadığı bir sıcak mevsimdi o yılki haziran ve temmuz.

Arazinin çıplak dağa yakın yamacındaki dört dönümlük tarlanın sahibi, yaşı elliye dayanmış bir dul olan Zeliha Ana, o gün yanında gündelikçi olarak bir genç kızla orta yaşlarda iki kadın getirmişti. Eski yamalı giysiler içinde gün doğmadan sabah ayazında gelen ameleler, yaprakları tek tek ama işlerinin ehli bir ustalık ve hızla toplayıp büyükçe küfelere sıra sıra dizerken, neredeyse kırılan yaprakların çıkardığı çıt çıt sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Kadınların yüzleri güneş yanığı, başörtülerine gömülmüş gözleri yorgun, dudakları kurumuş, açıktaki ellerinin derisi ise tütün yapraklarından bulaşan yapışkan kirden kaybolmuş gibiydi. Ara sıra yaşadıkları çileyi, yoksulluğu unutup birbirlerine takılıp gülüşüyorlar, mutlu görünüyorlardı.

Kuşluk vakti, güneş sıra dağların üzerinden tepeye doğru yükselince, Zeliha Ana sessizce ayrılıp topallaya topallaya palamut ağacının altına doğru yürüdü. Biraz sonra da işlerine devam eden kadınlara seslendi:

– Zeynep, Esma, Fadime, haydi kahvaltıya!

Kadınlar topladıkları tütünleri küfeye yerleştirdiler. Ellerinde biriken tütün kirini toprağa bulayıp olabildiğince temizledikten sonra gölgeliğe yöneldiler.

Yiyecekler, yufka ekmeğine sarılı yumurta, ortaya büyükçe bir tabağın içine doğranmış domates dilimleri ve zeytinden oluşuyordu. Kahvaltı aynı zamanda dinlenme, havadan sudan, iki yüz haneli köyün dışına taşmayan sohbet ve dedikodu molasıydı. Zeliha Ana, yufka ekmeğini isteksizce ısırırken diğerleriyle göz göze gelmekten kaçınan genç kıza bakıp söylendi:

– Zeynep yesene, kızım öğleye daha epey var, acıkacaksın.

Zeynep Zeliha Ana’ya tebessümle karşılık verip biraz daha hareketlendi, ama dalgın, tedirgin bir hali vardı.

– Zeynep, yorgun görünüyorsun, uykusuz kalmış gibisin, diye söze karıştı diğer kadınlardan birisi. Diğeri:

-Genç kız, sevdalısını düşünüyordur, diye muzipçe güldü.

– Yok bir şeyim, biraz yorgunluk var, diye geçiştirdi Zeynep.

Toprağın üzerine bağdaş kurup oturan kadınlar, kahvaltıyı bitirdikten sonra bir süre daha dinlendiler, sonra kendiliğinden arka arkaya kalkıp işe koyuldular. Güneş, ateş topu gibi tepeye doğru yükselirken alevlerini daha şiddetli salmaya başladı. Ortalık yanıyordu.

Kadınlar ara sıra doğrulup hem ellerinde topladıkları tütünleri küfeye diziyor hem de gerinip ağrıyan bellerini ovuşturuyorlardı. Zeynep ise, diğerlerine belli etmeden daha sık doğrulup ayakta daha fazla dolanmaya başladı. Etrafı, köye doğru uzanan araziyi sık sık gözlerken birkaç tarla ötede hareket eden birini fark etti. Kısa boylu, tütünlerin arasında kaybolmuş gibi kendilerine doğru yaklaşan delikanlıya dikkat kesildi.

Delikanlı onları gözlüyor, ara sıra bir şeyler topluyormuş gibi eğilip kayboluyor, ama gittikçe yaklaşıyordu.

Diğerleri yorgun, uyuşuk uyuşuk işlerine devam ediyordu.

Zeynep geleni tanıdı, Mustafa idi. Tedirginliği ve heyecanı daha da arttı, kalbi daha hızlı atmaya başladı. Diğerlerine yine de bir şey demedi. Zeliha Ana biraz işkillenir gibi oldu, ama geleni görmediği için tütün yapraklarını toplamaya devam etti. “ Genç kız, çabuk yorulup usanıyor “ diye düşündü. Kendi haline bakmadan biraz da acıdı:

– Git ağacın altında dinlen biraz, dedi ama o pek oralı olmadı.

Daha eli tütün yapraklarıyla dolmadan sık sık küfeye dizen Zeynep, etrafı kolaçan edip Mustafa’yı gözetlemek için kendine fırsat yaratıyordu.

Neredeyse tarlanın sınırına gelmiş olan Mustafa birden hareketlendi, fırtına gibi kadınlara doğru koşup Zeynep’in kolunu yakaladı, kucaklamaya, sürüklemeye başladı. Kadınlar uykudan uyanmış gibi panik ve şaşkınlık içinde ne olup bittiğini anlamadan bağırışmaya başladılar.

– Amanıın kızı kaçırıyor, diye çığlık attı birisi.

– Koşun, yardım edin, diye bağırdı Zeliha Ana.

Şaşkınlıktan kurtulup yerde Zeynep’i sürükleyerek götürmeye çalışan Mustafa’ya doğru koşup taş ve kopardıkları tütün saplarıyla saldırdılar. Bir anda her şey olup biterken, Zeliha Ana genç bir delikanlı gibi, küfeleri güneşten korumak için gölgelik yaptığı sırıklardan birini kaptığı gibi topal ayağını unutup hışımla Mustafa’ya doğru fırladı. Elinde sıkıca tuttuğu kalın sopayı rastgele Mustafa’nın kafasına, sırtına doğru arka arkaya indirmeye başladı. Bu sırada Zeynep cebinden çıkardığı küçük bir çakı bıçağını Mustafa’nın bacağına sapladı. Kızı bırakan Mustafa can havliyle toparlanıp seke seke kaçmaya başladı. Kız kurtarılmıştı.

Zeynep perişan görünüyordu. Toz toprak içinde kalmış, elbiseleri yırtılmıştı. İki koluna girip ağaç gölgesine götürdüler. Bir tasla su verdiler. Uzaktan sesleri işitip, bağırışları duyanlar ise doğrulmuş kaygısızca olanları seyrediyorlardı.

Küfeleri merkebe yükleyip köyün yolunu tuttular.

Olay hemen tüm köye yayıldı. Muhtarın çağırdığı Jandarmalar evde bekleyen Mustafa’yı kelepçeleyip götürdüler. Zeliha Ana ve gündelikçi kadınların da köy odasında ifadeleri alındı.

Mustafa nezaretteyken araya iki tarafın yakınları girip kızın ailesini şikâyetten vazgeçirdiler. Mustafa serbest kaldı. Kaçırmak bir yana erkeğin eli bile değse artık kız kirlenmişti, onunla evlendirilecekti.

Önce acele bir nişan yapıp iki ay sonra, hasat sonu da Mustafa ile Zeynep’i evlendirdiler.

Düğüne Zeliha Ana’yı çağırmadılar. “ Gelmesin, davetli değildir “ diye de haber gönderdiler. Zeliha Ana, düğün günü erkenden, azık torbası ve bir heybe asıp bindiği merkeple, kimselere bir şey demeden koruluğa sınır olan üzüm bağına doğru yol aldı. Bağda bir süre bir ağaç gölgesine oturup oyalandı. İçindeki sıkıntı ve huzursuzluk geçmemişti. Eline bir sopa alıp ayağını aksata aksata tepeye, zirveye doğru yürüdü. Yorulunca büyükçe bir kayanın üzerine oturup köyü ve ötesindeki tepeleri seyretti dalgın dalgın. Düğüne davet edilmemesinden çok kimsesin ses çıkarmamasına, “ olmaz öyle şey “ dememesine içerlemişti. Kendini daha fazla tutamadı, yorgun gözlerinden taneler dökülmeye başladı:

– Keşke gidecek yerim olsa da bu kadar nankörlüğün olduğu köye bir daha dönmesem, diye mırıldandı.

Aşağıya inip bütün gün oyalandıktan sonra hava kararırken kimseye görünmeden eve döndü.

Ne Zeynep ne de Mustafa Zeliha Ana ile bir daha da konuşmadı.

Sonra anlaşıldı ki, kız kaçırma olayı bir senaryodan ibaretmiş. Mustafa Zeynep’i istetmiş, ama Zeynep’in ailesi oğlanın bir mesleği, geçim sağlayacak bir arazisi yok diye evlenmelerine razı olmamış. Bunun üzerine kaçma kaçırma konusunda Zeynep’le Mustafa anlaşmışlar.    Olaya gerçek süsü vermek için de o gün Zeynep Mustafa’yı küçük bir bıçakla hafifçe bacağından yaralamış. Zeliha Ana’nın Mustafa’ya kaş göz demeden indirdiği sopaları ise unutmamışlar.

GEÇ GELEN ÖZGÜRLÜK

Öykü: Geç gelen özgürlük | Ali İhsan Doğan

Onu ilk defa İstanbul’un Anadolu yakasında yeni taşındığımız semte yakın otobüs durağında beklerken gördüm. Önü iliklenmiş takım elbisesi, tıraşlı yüzü, boyalı parlak ayakkabılarıyla yolcuların arasında hemen seçiliyordu. Kısacık boyu, elinde küçük bir bavulu andıran evrak çantası ve poşetin içine gizlediği sefer tasıyla gözlerini ayırmaksızın otobüsün geleceği yöne doğru bakıyordu.

“Günaydın”, diye kalabalığa seslendiğimde birkaç kişiden “ günaydın “ diye mırıltılar geldi. O ise, hafifçe bana dönüp tekrar başını bakmakta olduğu yöne çevirmekle yetindi. Sık sık saatine bakıp duruyordu. Kaçta, nereye yetişecekse otobüsün geciktiğini düşünüp huzursuzlanıyor gibi bir hali vardı.

Nihayet otobüs geldi, telaşla diğer yolcuların önüne geçip ilk sırada bindi. Meraklanıp oturduğum birkaç sıra arkadan izlemekten kendimi alamadım. Sonraki duraklardaki kalabalık yolcuların otobüsü bekletmesiyle, neredeyse kaybolduğu koltuktan başını uzatıp ritmik hareketlerle öne doğru uzanıyor, sonra aceleyle yine saatine bakıp kıvranıyordu.

Adliye durağında aceleyle toparlanıp, ayaktaki yolcuların arasından sıyrılıp indi. Otobüs, iki durak sonra ineceğim üniversiteye doğru devam etti.

Üniversitenin Çevre Mühendisliği bölümünde derslere giriyordum. Doktoramı yeni bitirmiş ve aynı üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başlamıştım. Her gün olmasa da haftada üç, dört gün derslere girip çıkıyordum. Her halde yeni olduğum için, derslerin yanı sıra angarya denilebilecek bazı işler da bana geliyordu. En çok zamanımı alanlar ise, değişik kurum ve kuruluşlardan istenen bilirkişi raporlarıydı.

Bir zaman sonra bilirkişi raporları çoğaldı. Sanki yeterince işim yokmuş gibi bunlara adliyeden gelenler de eklendi. Doğal olarak adliye ziyaretlerim de başladı.

Onunla bu dosya ve evrak alış verişi sırasında tanıştık. İlk gidişimde makamında yoktu. Makam deyince şık bir masa, gösterişli bir makam koltuğu, masa önünde misafir koltukları, üzerinde ikram için sigara, çikolata bulunan bir sehpa, ahşap bir dolap, duvarda bir televizyon, masa üzerinde kalemlik, sümen gibi şeyler bulunan ferah bir oda hayal etmiştim.

Girişte, kapının hemen yanında, yazıları solup bazı harfleri neredeyse kaybolmuş bir ‘ Yazı İşleri Müdürü ‘ levhası olsa da burası adeta dosyaların hücumuna uğramış bir arşivi ya da evrak odasını andırıyordu.

İkinci gidişimde, biraz şaşkınlıkla onu dolapların ve dosyaların arasında kaybolmuş gibi duran küçük masasında ayakta dururken gördüm.

Evet, oydu, birkaç hafta önce durakta gördüğüm ve sonraki günlerde de sıkça karşılaştığım çelimsiz kısa boylu şahıs. Masasının gerisinde yüksekçe bir tezgâhın arkasından bakar gibi duruyordu. Dışarıda ilk gördüğüm zamanki düzgün kıyafeti ve asil duruşu kaybolmuş, saçları dağılmış, kravatı gevşeyip yana kaymış, omuzları hafiften çökmüş vaziyette, endişeli bir yüz ifadesiyle dikiliyordu. On, on iki metrelik bir odada biraz daha küçük bir yazıcı masasında, eski bir daktilonun gerisinde, daha sonra Kâtip olduğunu öğrendiğim orta yaşlarda bir bayan oturuyordu.

“ Ben Rıfkı, Yazı İşleri Müdürü “ diye kocaman, kalın gözlüklerinin üzerinden bakarak kendini tanıttı, elindeki bir tomar evrağı diğerine aktarıp boşta kalan elini uzattı.

“ Ben Erhan “ diyerek gönülsüzce uzanan eli sıktım. Sıkılan elini hemen geri çekerek uçmasını önlemek istercesine diğer elindeki evraklara götürdü.

Başıyla masasının önünde iskelet gibi duran eski iki sandalyeden birini işaret ederek:

“ Buyurun Hocam, oturun, her halde dosya için geldiniz “ dedi. Sormadan yan masadaki Bayan’a işaret ederek çay söyledi. Çay içeceğimi nereden biliyorsa.

Oturdum. Onun da oturup bir şeyler sorup sohbet edeceğini düşünüyordum. O ise ayakta, sanki odada ondan başka kimse yokmuşçasına, işine kaldığı yerden devam etti.

Çay geldi, o farkına bile varmadı.

Kendinden geçmiş bir vaziyette dosyaları karıştırıyor, dosyalara evrak takıp evrak çıkarıyor, arkasındaki panoya karaladığı küçük notları iliştirip bir kısmını söküp çöpe atıyor, masasının üzerindeki evrakların yerlerini değiştiriyor, sonra beğenmeyip tekrar düzenliyordu. Ara sıra da göz ucuyla bakıp “ çay geldi mi?“ diye mırıldanıp tekrar işine devam ediyor, bir süre sonra aklına yeni gelmişçesine farkında olmadan tekrar “ çay geldi mi?” diye soruyordu.

Ama hep ayakta.

Böylelerinden bizim üniversitenin idari işlerinde de var, fakat bu bir başka.

Sabırla, biraz da eğlenceli bir şey bulmuşçasına sesimi çıkarmadan, onun da kendinden geçip devam ettiği ‘önemli işlerine’ gülümseyip bir süre bekledim. Biraz da acıma duygusuyla böyle bir hayatın sonrasını, sonunu düşündüm. Pek belli etmemeye çalışsam da kızmaya, huzursuzlanmaya başlamıştım.

“ Rıfkı Bey, çayımı içtim, teşekkür ederim, ben artık dosyayı alıp izninizi istesem “ dedim.

O işinden ayrılmadan, başını bile kaldırmadan:

“ Tamam, az kaldı “ dedi.

Neyi bitirmeye çalıştığını da anlamadan beklemeye devam ettim. Bu sırada yandaki Bayan durumumu anlamış olacak ki, işini bırakıp üzerine tesellüm evrakı iliştirilmiş bir dosyayı Rıfkı Bey’in önüne getirip koydu. Önüme uzatıp bir imzamı alacak. Hepsi bu.

O işine büyük bir ciddiyetle devam ediyor.

Belki bir yararı olur düşüncesiyle ayağa kalkıp tekrar:

“ Ben müsaadenizi isteyeyim “ dedim.

Nihayet uykudan uyanmış gibi durdu, yüzüme anlamsız bir bakıştan sonra:

“ Kusura bakma Hocam, biraz beklettim, görüyorsun işler birikmiş, dağ gibi “ dedikten sonra da ekledi “ Hocam aman geciktirmeyin, konu biraz acil de, biliyorsunuz çevre konuları hassas, çevreci kuruluşlar, valilik, hatta bakanlık bile konuyu yakından takip ediyor “

“ İşleri acil ve hassasmış, herkesin işi acil, sanki bizim acil işlerimiz yok “ diye içimden geçirdikten sonra önüme sürdüğü dosya üzerindeki evrağı imzalayıp bıraktım, dosyayı aldım.

“ Merak etmeyin, en kısa sürede inceler raporla birlikte size iade ederim “ diyerek çıktım.

Bunalmıştım. Kendimi adliye binasından dışarı atıp otobüs durağında birikmiş kalabalığı geçip bir sonraki durağa kadar yürüdüm.

Geçip giden günler, haftalarda Rıfkı Bey’le otobüs durağında ve adliyede sık sık görüşür olduk. Durakta “ Günaydın Rıfkı Bey, nasılsınız ? “ Günaydın Hocam, siz nasılsınız ?” dışında bir diyaloğumuz olmuyor, aynı kısa mülâkatlar adliyedeki o küçücük odasında da devam ediyordu. O, ilk karşılaştığımız günkü gibi hep meşgul, hep telaşlı ve tedirgindi. Pek yansıtmak istemese de mutsuz, umutsuz, çaresiz görünüyordu. Kapana kısılmış bir tavşan gibi ev, adliyedeki odası, evraklar, dosyalar arasında dolanıp duruyordu.

Tanışmamızın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Onun dalgın, meşgul, telaşlı, kayıtsız hallerine, ifadesiz yüzüne alışmıştım. Hatta sevimli bulmaya bile başlamıştım. Benden yaşça oldukça büyük olmasına rağmen, fazlaca konuşup dertleşmeden dost olmuş gibiydik.

Çoğu zaman işlerimin yoğunluğunu bahane edip odasında oturmadan, ayaküstü dosya alıp, evrak iade edip çıkıyordum. Bazen de Kâtip Bayan Rıfkı Bey’e vermeye gerek görmeden teslim evrakını imzalatıp dosyayı bana teslim ediyordu.

Son gidişimde onu daha önce hiç görmediğim bir ruh halinde buldum. Sanki her şeyi bırakmış, çocuk kadar küçülüp, koltuğa gömülmüş, arkasına yaslanmış, boş, anlamsız gözlerle bakıyordu. Belli ki bir şeyler olmuştu.

“ Hocam, hoş geldiniz, buyurun “ diyerek hafifçe yerinden doğrulduktan sonra tekrar arkasına yaslandı.

Bir süre merakla yüzüne baktım. O da beni dikkatlice süzüyor gibiydi, ama gözleri dalgın ve sabitti. Sanki bir boşluğa, bir karanlığa bakıyordu. Yorgun ve bitkin görünüyordu.

“ Hayırdır, ters giden bir şey mi var ?” diye sordum.

Beni duymamış gibi bir süre sessiz kaldı. Bir şeyler anlatmak istiyordu, ama anlatmak, paylaşmak pek onun tarzı değildi. Konuşup konuşmama konusunda epeyce bir muhasebe yaptıktan sonra dertleşmeye karar vermiş olacak ki, yan masada bir şeyler yazan Bayan’ı “ Kızım istersen biraz ara ver, zahmet olmazsa bize de iki kahve söyleyiver “ diyerek gönderdikten sonra yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başladı:

“ Hocam, bizimki çok nankör bir meslek, insanı parçalayıp dağıttıktan sonra bir kenara atıveriyor “

“ Merak ettim, kötü bir olay mı oldu ? “

O, benim merakımı gidermek ve sorduğum soruya bir yanıt vermekten ziyade kendi kafasında bir sıraya soktuğu şekilde ayrıntılı olarak anlatmaya devam etti:

“ Ben elli beş yaşındayım, Burada neredeyse otuz senemi doldurdum, yıllık iznimin çoğunu burada geçiriyorum, acil konu diyerek izinde, tatillerde bile koşarak geliyorum. Benim eşim ve üç çocuğum var, hiç değilse yılda birkaç gün onları da alıp bir yerlere dinlenmeye, eğlenmeye götürmem gerekmez mi ? Bunu beklemezler mi? Onlar belli etmemeye çalışsalar, bir şey söylemeseler de ben anlamaz mıyım ? “

Kahveler geldi. Biraz soluklanıp geri kalanını anlatma konusunda kısa bir tereddüt daha yaşar gibi görünse de, ben merakla sözlerinin devamını bekledim. Devam etti:

“ Her yıl yüzlerce dosya, binlerce evrak elimden geçiyor, her şey aksamadan tıkır tıkır yürüyor. Arada, yılda bir, iki de olsa hiç mi aksaklık olmaz? Nihayetinde makine değil insanız. Geciken bir dosya yüzünden Hâkim Bey söylemediğini bırakmadı. Vallahi ne yalan söyleyeyim, meslek hayatımda bu kadar kırıldığımı hatırlamıyorum. Yok, yaşım ilerlediği için dalgınlığım artmış da, emekliliğim geldiği halde ne duruyormuşum da, gençler görev almak için sırada bekliyormuş da, daha neler neler”

“ Üzüldüm. Sizin için ne yapabilirim ? Hâkim Bey’le biliyorsun arada bir de olsa yüz yüze görüşüyoruz, az çok diyaloğumuz var, istersen kendisiyle konuşayım” dedim.

Kabul etmedi.

Bir süre sessizliğini koruyup başka da bir şey anlatmadı. Sonra yüzünde hüzünlü bir ifade ve kararlı bir sesle mırıldandı:

“ Demek ki buraya kadarmış “

Mesele az çok anlaşılmıştı. Teselli edecek bir şeyler söylemenin pek bir yararı olmayacağını biliyordum. Onu o üzüntülü halinde bırakmak benim için zor olsa da yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek ayrıldım.

Bir hafta, adliyeye gideceğim güne kadar onu düşünmekten, meraktan kıvranıp durdum. Sabahları durakta da göremedim. Bir ara, bir bahaneyle gidip görmek istedim. Sonra vazgeçtim.

Bir hafta sonra elimde dosya ile adliye kapısından girip doğruca odasına yöneldim. Kapı açıktı. İçeride Kâtip yalnız oturuyordu. Dosyayı teslim ederken Rıfkı Bey’i sordum:

“ İzinde, emeklilik dilekçesini de bıraktı, her halde ayrılacak “ dedi.

Birkaç hafta sonra gittiğimde onu yine göremedim. Masasının üzeri boşaltılmış, özel eşyaları küçük bir kutuya konmuş, duvarın kenarında duruyordu. Odada bir matem havası vardı. Kâtip Bayan’a baktım:

“ Rıfkı Bey…” dedim, arkasını getiremedim.

“ Sizlere ömür, üç gün önce kalp krizi geçirmiş, kurtaramamışlar “ dedi ve ekledi “ Onun hayatının yarısı evi, yarısı da burasıydı, yarısı elden gidince yerini dolduran özgürlük ona fazla geldi, kalbi yeni hayatının heyecanına dayanamadı, olacaklar belliydi “

Şaşkınca dönüp masasına, kenarda duran kutuya baktım. Bu küçük, sararıp solmuş masada bir hayat gelip geçmişti. Geriye birkaç parça kitap ve şahsi eşyanın yer aldığı kutunun üzerindeki isimlik kalmıştı sadece.

‘ Yazı İşleri Müdürü- Rıfkı Şahin ‘

Rıfkı Şahin, Yaşamının yarısını dört yanı duvarla çevrili bir apartman dairesine, diğer yarısını da loş ışıklı bu odaya, şu küçücük kutuya sığdırmıştı. Onu hayatının dar koridorlarında dolanıp duran mutsuz birisi gibi görmekle yanılmıştım. Evi ile işi arasındaki labirentin içindeki özgürlük kırıntıları ona fazlasıyla yetiyormuş. Belli ki daha fazlasını tanımaya pek zamanı olmamış.

Yanılgılarımın yanında öğrendiklerim de çok oldu.

İdealist birisi olan ben, onda sıradan insanı, yaşamın dar alanlarında boğulup giden ömürleri, zamanında farkına varılamayıp ulaşılamayan özgürlüklerin nasıl uçup gittiğini gördüm. Onun iç çatışmalarını, hayata nasıl baktığını, neleri gördüğünü ise fazlaca anlatmadığı için bilmiyorum.

Daralmıştım, başım dönüyordu, sandalyelerden birine çöktüm. Bir süre oturup kendime geldikten sonra elimdeki dosyayı yavaşça masanın üzerine bırakıp koşarcasına dışarı çıktım. Bir boşluğa doğru yürüdüm, yürüdüm.

edebiyathaber.net (18 Ekim 2022)

İLLÜZYON

Bazı usta nakkaşların, dünyaca ünlü ressamların, heykeltıraşların sanatlarının inceliğini gösteren sembolleri, figürleri bir sır gibi eserlerinin müstesna bir yerine gizlediği, ya da eser içinde eser haline dönüştürüp ancak konunun uzmanlarının görebileceği bir derinlik oluşturduğu söylenir.

Sahnede gösterisini yapan sihirbaz; sergilediği hünerlerini seyircinin gözünden ve dikkatinden kaçırıp, onları şaşkınlığa ve heyecana sürükleyen “mucizeler “ yaratır.

Evrene, dünyaya, ülkelere egemen olmaya çalışan “zamane kralları “ da toplumlardan, insanlardan özenle gizleyerek kaçırdıkları kirli yönetim sırlarını maskeleyerek, içi boşaltılmış, popülizme, demagojiye yatkın demokrasi, insan hakları, özgürlük masallarıyla çıkarlar karşımıza.

Nakkaş, heykeltıraş ya da ressamın, üzerinde günler, haftalar, belki de yıllar süren emeğiyle yarattığı eser; seyredenler tarafından değişik açılardan, değişik duygularla bakıldığında, her birini değişik hayallere, değişik dünyalara götürüyor. Akıllarda uzun yıllar, bazen ömür boyu silinmeyen izler bırakıyor. Eserdeki gerçek gizemi, onu yaratırken yaşanan serüvenleri ise sadece yaratıcıları biliyor.

Tarihi mekânlarda, ünlü müzelerde sergilenen eserler yıllar boyu yeni seyircileri tarafından görülse de eserlerdeki sırlar devam edip gidiyor.

Tiyatro salonunu hınca hınç dolduran kalabalık, merakla sahnedeki perdenin açılmasını beklerken bir anda ışıklar sönüyor ve perde açılıyor. Siyah melon şapkası, özenle hazırlanmış kostümü ve elinde asasıyla sihirbaz sahnenin önüne doğru yaklaşıyor. Öne doğru eğilip seyircileri selamlarken alkış fırtınası kopuyor. Ardından hemen gösteri başlıyor. Seyirciler, nefesleri kesilmiş bir halde, pür dikkat sahnede tüm hünerlerini sergileyen sihirbazı izliyor. Sihirbaz belli ki önceden bir sıraya koyduğu numaralarını arka arkaya sergilerken, seyirciler şaşırtan ve büyüleyen gösterinin her anını en ince ayrıntısına kadar görüp sihirli oyunların bir açığını yakalamak, sihirbazı alt etmek istercesine sahnenin, gösterinin neredeyse içine giriyor. Ama nafile. Bir terslik, olağanüstü bir durum olmadıkça bu yarıştan her seferinde sihirbaz galip çıkıyor. Paralar, yumurtalar kaybolup seyircilerden birinin cebinden çıkıyor, boş şapkadan güvercinler havalanıyor, bir kutunun içine gönüllü giren bir seyirci kayboluyor. Ama sihirbaz hünerlerine ait en küçük bir ipucu bile vermiyor.

Bir süre beklemenin ardından, sihirbaz kaybolan seyirciyi geri döndüremiyor, diğerleri galeyana gelip ayaklanıyor, sahneye, sihirbazın üzerine yürüyor.
Umudunu ve “sihrini” kaybeden sihirbaz cebinden çıkardığı kibritle önce sahnenin perdelerini sonra da salonu ateşe verip dumanlar arasında kayboluyor.
Sergilenen oyun boyunca tüm hünerlerini bir falso vermeden gösterip görevini tamamlamak için parlak spot ışıkları altında ter döken sihirbaz, gösterinin sonunda, bir zafer daha kazanmış yorgun bir komutan edasıyla yerlere kadar eğilip, kendisini alkışlara boğan seyirciyi selamlamak isterken, ters giden gösteri yüzünden öfkelenen seyircilerin gazabından kurtulmak için çareyi salonu ateşe vermekte buluyor.

Dünyanın bir yerinde, sahneyi dolduran kalabalığı yalandan, el çabukluğu ve seyircilerin göz aldanmalarından yararlanarak hem şaşırtan hem de alkışlatan sihirbazın gösterisi sürerken, aynı anda başka bir yerde “ savaş tanrıları “ yeryüzündeki tüm “ şeytanlarını “ toplayıp organize, şaşırtıcı, suni olaylar, yaratıyor. Gizlice planlanıp ortaya sürülen illüzyonlara dayanarak insanlığın, toplumların geleceğine dair planlar yapıyor, hayali düşmanlar yaratıp, tehlike ve korku algıları ve yalanlar üzerine kurulup uygulamaya konulan terör ve savaş planları yapıyor, işgal oyunları sergiliyor. Korku, kin ve nefretle galeyana gelen kalabalıklar uzak ülkelerde savaşa ve işgale hazırlanan orduları ve liderleri çılgınca alkışlıyor.

Tarihi mekânlarda, ünlü galerilerde sergilenen sırlarla kaplı resimler, heykeller yeni yeni izleyicilerle buluşurken, sihirbaz, şapkadan tavşan çıkarıp güvercinler uçururken, sahnede kaybedip geri getiremediği seyirci için sahneye yürüyenlerden kurtulmak için salonu ateşe verirken, başka bir yerde sahte teröristler, bilumum hayali düşmanlar yok edilip ülkeler işgal ediliyor.

Ordularını savaş ve işgale sürükleyen liderler ise, kitlelerin algılarına dönük illüzyonlarla, oynadıkları oyunun gerisindeki kirli sırları yandaşları ve ortakları dışındakilere açmıyor. Her şey perde gerisinde hazırlanıyor.
Yeryüzünde her şey, insan neslinin yarattığı kurgulardan, yalanlardan, illüzyonlardan oluşan oyunlar zinciri gibi çıkıyor karşımıza.

İllüzyonların ardındaki gerçek ise, ne kadar karartılırsa karartılsın kendi seyrine devam ediyor.

Denizlerin yüzeyindeki dalgaların derinliklerinde, çıplak gözle göremediğimiz farklı bir hayat var.

 

ELEŞTİRİYE BEŞ KALA

1978 yılının boğucu, sıcak yaz ayları.

Hacettepe Üniversitesi, öğrenci olayları ile içten içe kaynamaktadır.

Faili meçhul öğrenci cinayetlerini araştırmak üzere kurulan Üniversite komisyonu, olayları ve akan kanı durdurmak istiyordu.

Komisyon başkanlığını üstlenen genç akademisyen ölüm tehditleri almaktaydı.

11 Temmuz 1978 Salı günü, saat 08.45’te, Türk Dil Kurumu kurultayına katılmak için Ankara Gaziosmanpaşa, Karagöz sokaktaki evinden İtalyan asıllı eşiyle birlikte çıkan akademisyen mavi renkli Volkswagen arabasına biner. Yolun ilerisinde, kırmızı renkli Simca marka bir araçta üç kişinin ellerinde tabanca ile kendisini beklediğinden habersizdir. Volkswagen hareket edince kırmızı Simca da hareket eder. Kısa süre sonra Volkswagen’in yolu kesilir. Araçtan fırlayan iki kişi çapraz ateş açar, akademisyen olay yerinde can verir, karısı ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır.

Saldırıda ölen akademisyen, Doçent Bedrettin Cömert’tir.

Elimde, yaprakları sararıp solmuş, cildi dağılmış, bazı sayfaları kaybolmuş, AYKO yayınlarından çıkmış, 1981 basımlı bir Bedrettin Cömert kitabı var.

   “ Eleştiriye Beş Kala “

Kamuoyu onu daha çok, teröre kurban gitmiş aydınlardan biri olarak tanıyor.

Başka yayınevlerince daha sonra yeni baskıları da çıkarılmış olan kitap, şair Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından, Bedrettin Cömert’in katledilişinden sonra derlenip yayımlanmış.

İlgi alanıma yenice girdiği halde vefalı davranıp 40 yıldır sakladığım bu değerli hazineyi yenice okuyup bitirdim.

Kitap; hem Bedrettin Cömert’in yaşam öyküsünü, hem de onun edebiyat, sanat, felsefe konularındaki eleştirel görüşlerini içeriyor.

İlk olarak şiirle girip tanışmıştır edebiyat, sanat dünyasıyla Bedrettin Cömert, sonra çeşitli dergilerde bu alandaki gözlem ve eleştiri yazılarına yöneliyor. Ancak onu, bu alanda gezen ve hep “ alaylı “ olarak kalanlardan değil iyi eğitim almış bir “ mektepli “ olarak görüyoruz. Sanat, edebiyat, felsefe dallarında eğitim almış, çok okuyup incelemiş, çok emek harcamış bir akademisyen, bir bilim adamıdır. On yıllık Roma’daki eğitim ve çalışmalarını tamamlayıp özlem duyduğu ülkesine koşup gelmiş bir yurtseverdir aynı zamanda.

Bilimsel düşünceye, toplumculuğa, gerçekçiliğe, dürüstlüğe, yansızlığa, çalışkanlığa, yurt ve insan sevgisinin onlara hizmetle gösterilebileceğine inananlardandı.

Popüler olmaya, çağ dışı kalmaya, sıradan, ucuz eleştiriye, emek harcamadan hasbelkader bir rüzgâr yakalayıp yazarlık etiketi elde etmeye, şair kılığına bürünüp ortalıklarda gezmeye, kıskançlığa, fesatlığa, aceleciliğe hep karşı oldu kısa yaşamında. Kendi yetersizliklerini, acemiliklerini, hatalarını itiraf etmekten de hiç korkmadı.

Belli ki, bu güzellikleri kişiliğinde taşıdığı, toplumsal uyanışın ve aydınlanmanın bir adım daha ileriye götürülmesinin öncülerinden birisi olduğu için katledildi 11 Temmuz 1978 günü.

Bedrettin Cömert, edebiyat dünyasındaki yazar ve şairlerin eserlerini eleştiri süzgecinden geçirirken kuramsal, nesnel bakış açısını her zaman rehber edindi. Bireysel ve toplumsal, bireyci ve toplumcu, biçim ve içerik gibi sanatsal ve edebi konulara diyalektik bir bütünsellik penceresinden bakmaya, kanıtlamaya ve örneklemeye büyük özen gösterdi. Yalnızca kuramsal, nesnel araştırmanın da yeterli olmadığına, öğrenme ve anlama güdüsüne sahip, iddiasız, alçakgönüllü, sevgi ve coşku dolu bir okur olunması gerektiğine inandı.

Seçici kurul adı altındaki “ gelenekçi otorite “ temsilcileri eliyle hak etmeden kazanılan ödüllere ve unvanlara tepkiliydi. Bu durumun yeni nesillere de zarar verdiğini düşünüyordu. Bu alandaki gelenekçiliğe ve gelenekçilerin direnişine karşı yeni nesilleri göreve çağırmayı da ihmal etmedi:

“ Bu durum karşısında, bu yurdun suyunu ve çilesini yansıtan gerçek Türk gençliğinin, sanat ve edebiyata el atması şarttır. Nasıl toplum sorunlarına gözünü açmışsa, toprağının ve bağımsızlığının benliğini kavramaya başlamışsa, öylece, aynı şiddet ve içtenlikle, aynı korkusuzluk ve hoşgörüsüzlükle, sesiyle ve kalemiyle, dengesi ve duyarlığıyla yapmacık düzenleri yıkması zamanı gelmiştir. Şu gerçektir ki, Türk sanat dünyasının dizginlerini bugünlük ellerinde tutanlar, en büyük ve güçlü yayın organlarına sahiptirler. Göz korkutan da budur ilkin. Ama yine gerçektir ki, çoğunluğu, toplumculuk adına en onursuz burjuvanın çengellerine asılı bu organların hesabını, önce karşı organlar, sonra da zamanın amansızlığı görecektir.” ( s. 49 )

Eleştiri hoşgörüsüzlüğünü de şu satırlarla dile getiriyor:

“ Eleştiriye hiç direncimiz yok; hemen yıkılıveriyoruz. Çünkü gücümüze ve bilgimize güvenimiz az. Bilgimiz varsa bile, bu bilgiyi ayakta tutacak, onu işler kılacak olgunluktan yoksunuz çoğu zaman. Ortaya atılan sorunları, enine boyuna düşünüp tartışacak yerde, bu sorunların bizim’le ilgili yönlerine yeniliyoruz. Gündelik insan içimizin doğal zayıflıklarına, anlık atılımlarına öncelik tanıyoruz. Bu ilk tepkileri denetleyip, kişisel ilintilerden mümkün olduğunca sıyırıp, tartışmayı asıl doğrultusunda götürme çabasını gösteremiyoruz. Tutkumuz anlama ve araştırma sabırsızlığı haline dönüşemiyor. Bunun için de, bir yandan kuramsal olarak nesnel eleştiriyi savunuyoruz, ama öte yandan, yine nesnellik adına, kendimize yöneltilen eleştirileri niyetinden saptırma çabası göstermekten çekinmiyoruz. Kişi olarak değerimizin, başkalarınca tamamlandığı koşuluyla ancak, tarihsel süreçte gerçek yerini alacağı doğrusunu bir türlü sindiremiyoruz.” ( s. 196- 197 )

Eleştirinin pratikte nasıl yapılması gerektiği konusunda da net bir görüş sergiliyor Bedrettin Cömert:

“ Emek ürünü bir inceleme, öyle oturup bir polis romanı okur gibi okunup da eleştirilmez. Bir inceleme önce anlaşılır, sonra eleştirilir. Çoğu zaman eleştirmek için anlamak da yetmez. Anladıktan sonra, kişinin o konuda eleştiri yapabilecek bilgisi ve gücü olmak gerekir.”   (s. 210)

Bedrettin Cömert’in edebiyat eleştirisi hakkındaki temel bakış açısını yansıttığımız kitabın önemlice bir kısmında Hasan Hüseyin, Asım Bezirci, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Cahit Külebi, Orhan Veli, Fethi Naci, Mehmet Fuat gibi yazar, şair ve eleştirmenlerin sanat ve eleştiri konusundaki anlayışlarına, örnek eserlerine de yer veriliyor.

Kitabın son sayfasını da bitirip kapağını kapatınca, insan ister istemez “Bedrettin Cömert kısacık bir yaşam yerine bu günlere uzansaydı bu alanda biraz daha geniş bir pencere açılır mıydı? “ diye düşünmeden edemiyor.

İKİ KİTAP,İKİ YAZAR

 

 

Birisi yazar, eleştirmen Fethi Naci, diğeri yazar Nahid Sırrı Örik.

İlki Cumhuriyet’in kuruluşundan yirmi birinci yüzyıl başlarına uzanan bir tarih aralığında yaşamış ( 1927-2008 ), diğeri ise Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet Türkiye’sinin ellili yıllarına kadar tanıklık etmiş (1895-1960 ) iki yazar.

Fethi Naci; yaptığı yazarlık ve yayımcılıktan çok edebiyat, sanat ve siyaset eleştirmenliği ile tanınıyor, edebiyat ve sanat dünyasına, şiir, öykü ve roman türündeki yapıtlara çağdaş, toplumcu bakış açısıyla eleştirel bir ışık tutuyor. Kimi zaman çıkardığı dergilerde, kimi zaman gazete köşelerinde yazdığı makaleler yanında edebiyat dünyası ile ilgili eleştirel kitapları da bulunan Fethi Naci siyasetle de yakından ilgilenmeyi arzu etse de, siyasette hayal kırıklıkları dışında bir şey bulamıyor. Yine de onun yazılarında toplumcu dünya görüşünün izleri eksik olmuyor. Belki de bu yüzden toplumsal çalkantıların, kargaşanın hiç eksik olmadığı ülkemizde, her aydın insanın olması gerektiği gibi muhalif, eleştirel kimliğini hiç bırakmıyor. Daha iyiyi, güzeli arama yolunda yürürken iyi olanı övme, kötü, eksik olanı hakkıyla eleştirme erdemini hep sürdürüyor yaşamı boyunca.

Son dönemlerinde, umutlarını, iyimser düşlerini kaybetmese de birçokları gibi siyasetten uzaklaşıp tümüyle edebiyata yönelerek huzur buluyor.

“ Eleştiride Kırk Yıl “ onun 1994’te basımını gerçekleştirdiği önemli, iz bırakan bir eleştirel makaleler topluluğundan oluşuyor.

Elbette ki ele aldığı konular; öyküler, şiirler, romanlar, öykücüler, şairler, romancılar.

Türkiye’nin özellikle 1980’den bu yana hız kazanan değişim süreci ( ki bu değişimin ileriye, gelişmeye, kalkınmaya değil, geriye, çürümeye, bunalımdan bunalıma sürüklenmeye doğru yol aldığı görülüyor ) edebiyata, sanata da yansıyor. Bu olumsuzluğu Fethi Naci şu cümlelerle anlatıyor:

“ ..edebiyatçı, istediği kadar içinde yaşadığı günlük yaşamla uyuşmazlık halinde olsun, ayrılamaz bu yaşamdan, bu yozlaşmışlığı, bu çürümüşlüğü yaşamak zorundadır.

Ne var ki yozlaşmışlığı, çürümüşlüğü yaşamak başka şeydir, yozlaşmışlığın, çürümüşlüğün bilincine varmak başka şey.( s.75 )

Bu acı gerçeğin nedenlerini daha açık, kısa bir serzenişle anlatmadan da geçemiyor Fethi Naci:

“ 1980’li yıllarda burjuva ideolojisi Türkiye’ye egemen oldu; hem de hiçbir dönemde olmadığı kadar ! ‘ Serbest piyasa ekonomisi ‘, ‘ hür teşebbüs ‘,              ‘ köşeyi dönme ‘ sloganları- sosyalist kesimlerin, sendikaların, meslek örgütlerinin susturulduğu dönemlerde – büyük sermayenin etkisi ve denetimi altındaki yayın organlarıyla, televizyonlarla, dernek ve vakıflarla, holding memuru profesörlerle geniş halk kesimlerine kadar yayıldı, bu kesimlerin bilincinde aşınmalara yol açtı. Bu oluşum karşısında ne yaptı romancılarımız ?

Tek şey : Sustular “ ( s. 76 )

Nahid Sırrı Örik’in “ Sultan Hamid Düşerken “ isimli kitabı ise, Fethi Naci’nin başarılı tarihi roman türüne örnek olarak gösterdiği bir eser.

Nahid Sırrı Örik; İstanbul doğumlu, Galatasaray Lisesi dahil girdiği birçok okulu bitirmeden ayrılmış, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yurt dışına çıkarak Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag gibi şehirlerde uzun yıllar yaşamış bir yazardır. 1928 yılında Türkiye’ye döndükten sonra öykü, roman, oyun, inceleme, gezi notları ve hatıralardan oluşan değerli edebi eserler bırakmış olmasına rağmen o camiada hak ettiği yere ulaşıp yeterince tanınamamıştır.

Herhangi bir yayınevi tercihi yapmadan temin ettiğim kitabın ( Sultan Hamid Düşerken), belki de yayınevinin orijinaline bağlı kalma kaygısıyla değiştirmeden yayımladığı baskısı, Osmanlıca kelime ve cümle kalabalığı içinde bir parça sıkıcı gelse de, dönemini başarılı bir şekilde tasvir etmiş bir eser ağırlığı taşıyor.

Osmanlı’nın parçalanıp yıkılma dönemi, iki Meşrutiyet arası iktidar kavga ve entrikaları, Abdülhamit dönemi saltanat ve diplomasisini yönlendiren olay ve olgular, İttihat ve Terakki baskısı, konaklarda, yalılarda gösteriş ve lüks içinde yaşayan paşalar ve aileleri, Avrupa ve Osmanlı toplumsal yaşamının değişim sancıları, ayaklanmalar, isyanlar, ihanetler ve sürgünler başarılı bir atmosferde veriliyor.

Dönemi ve kitabın yazarını da yine en özlü cümlelerle Fethi Naci anlatıyor:

“ Nahid Sırrı Örik’in tutumu, İkinci Meşrutiyet’ten İttihat ve Terakki’den, Sultan Hamid’den söz açan öteki romancıların tutumlarına hiç mi hiç benzemiyor: İttihat ve Terakki’nin zorbalığına karşı çıkıyordu o romancılar ama hiçbirinin aklından 31 Mart’ı sevimli göstermek ya da Sultan Hamid’i tutmak geçmiyordu; oysa Nahid Sırrı Örik’in gönlü de, kafası da Sultan Hamid’den yana. Ne var ki Balzac’ın kralcı oluşu toplumsal gerçekliği nesnel gelişmesi içinde vermesine nasıl engel olmamışsa Nahid Sırrı’nın Sultan Hamid’den yana olması da toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekliği ile yansıtmasına engel olmamış.”

DÜNYA NEREDE, BİZ NEREDE ?

 

Yaşadığımız evrende, dünyada, ülkede ve yakın çevremizde, dahası her birimizin iç dünyalarında, insan olmanın önümüze koyduğu bir yığın sorunlar sarmalında geçiyor ömrümüz.

Sorunlar artarak birikirken hayat değişiyor, her geçen gün yeni bir çehreyle çıkıyor karşımıza.

Dünya, ülke ve bireysel sorunlarımıza ne kadar yakınız, değişime ne kadar ayak uydurabiliyoruz ?

İç içe geçmiş dünya ve ülke sorunlarıyla yakından ilgilenmek, ya da onları uzaklardan seyretmek arasında gidip gelirken, yaşamın sırtımıza yüklediği ağırlıklar altında çaresizliğe, umutsuzluğa düşüyoruz çoğu zaman.

Yakın çevremizde, yanı başımızda, ya da uzaklarda olup bitenlere yakın ilgi duymakla onları uzaktan seyretmek arasındaki farkı tam olarak anlayamayan, anlamak istemeyen, ya da işine geldiği için onlara sırtını dönen, her şeyi bir yana bırakıp yaşamını popüler kültürün kollarına bırakmış, dayatılan en son modaya uygun bir kılıkla yeni bir imaj peşinde koşan, kendisini “entelektüel, aydın” olarak sergileme telaşına düşmüş,“ eskimiş “devrimciler “, gerçekte rant ve çıkar peşinde koşup “ vatanını herkesten çok sevdiğini düşünen “ sahte milliyetçiler, dindarlarla dolu her yer.

Geçmişin kültürel mirasını tam olarak özümsemeden, tarihin dönemeçlerine takılıp yaşadığı dünyanın farkına varamamış, neye, kime hizmet ettiğini sorgulamayan, duygu ve uyku labirentlerinden kurtulamayan “ tükenmiş bilgeler, yaşayan ölüler “ ordusuyla kuşatılmış etrafımız.

Onlar o kadar çok ki; sade, sıradan görünümlü, gösteriş ve ihtirasa kendini teslim etmemiş ama “ insan “ olan doğru dürüst birilerini arayıp bulmak, kalıcı kötü gün dostlarına ulaşmak bir hayli güç.

Toplumu yöneten elitlerle “ aşağıdakiler “ arasında bir yol gösterici, bir denetleyici, bir umut ışığı olması gerekirken, kötülükleri, günahları perdeleyen, kaos ve sanal bir algı yaratarak toplumsal ilişkileri garip bir “ körler diyaloguna “ sürükleyen, ama siyasal arenanın gerçekte hiçbir yerine dahil olmayan kesimlerle harcıyoruz tüm enerjimizi.

Her konuya yüzeysel, dar bir pencereden bakan, bir kısmı bilinçli olarak, çoğunluğu da bilmeyerek toplumsal algıları altüst eden, oraya, buraya savrulmuş aydınlar, siyasetçiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar, dernekler; kısır döngüler ve suni gündemlerin güdümünde vakit harcayıp, uzaktan boş gözlerle toplumda olup bitenleri seyretmeye devam ediyor.

Oysa, kızgın güneşin altında, bir ağacın serin gölgesinde oturup yalnızca umudederek beklenen “ mehdi “ gelmeyecek.

Ekonomi nasıl düze çıkacak, üretim dar boğazı nasıl aşılıp gelir adaletsizliği ve yoksulluk nasıl ortadan kalkacak ?

Siyaset, içinde yaşadığı depremlerden nasıl kurtulacak ?

Gerçek demokrasinin, adaletin, hukukun bağımsız ve tarafsız işleyişi nasıl sağlanacak ?

Umutsuzluk, ayrımcılık, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük nasıl yok edilecek ?

Daha niceleri karşımızda durmuş bize bakıyor, biz de uzaktan onlara.

Dünyanın başka yerlerinde bize hiç benzemeyenler de var.

Dünya pandemi sarmalında boğuşurken, maskesiz olarak partiye katılıp eğlendi diye İngiliz halkı başbakanlarının istifasını istiyor.

Hem de parti farkı gözetmeksizin.

Almanya Deniz Kuvvetleri Komutanı, kamuoyuna verdiği diplomasiye aykırı görülen bir beyanattan dolayı hatasını kabul edip istifasını veriyor.

Toplumsal bir kargaşa filan da yaşanmıyor.

İnsan gıpta ediyor.

Onlar emperyalist devletler, onlar süper güç, onlar zengin ülkeler !

Evet doğru.

Ama, insanca yaşam, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasi herkesin hakkı.

Bunlar uzaklardan seyrederek, kendiliğinden gelmiyor.

ÖZGÜRLÜĞÜN RENKLERİ

 

Hiçbir otorite, örgüt, ideoloji, kural, yönlendirme, hiyerarşi tanımayan sınırsız bir özgürlük olabilir mi?

Ya da, ilahi bir lütuf, egemenlerin bir armağanı olarak özgürlük tepelerden bir yerden bize uzatılabilir mi?

Soruların yanıtı, özgürlükten ne anladığımız konusuyla yakından ilgilidir. Daha doğrusu, özgürlük kavramının evrensel anlamda yapılmış tanımının içinde gizlidir.

Tarihin değişik dönemlerinde yaşamış filozoflar, içinde bulundukları zaman ve koşulları geçmişe ve geleceğe dönük inceleyip yorumlayarak özgürlük kavramının değişik boyutlarını, farklı renklerini keşfetmişlerdir.

Türk Dil Kurumu’na göre özgürlük; “ Herhangi bir koşulla sınırlanmama ya da zorlamaya ve kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma “ olarak tanımlanıyor. Elbette ki bu tanım doğru olsa da son derece genel, soyut, kapalı bir tanım olup, bireysel, toplumsal, sınıfsal bir bakış açısı getirmiyor.

Birey hak ve özgürlükleri açısından hiç şüphesiz 1789 Fransız İhtilali bir dönüm noktasıdır. Bireyin doğuştan gelen vazgeçemeyeceği, devredemeyeceği, kısıtlanamayacağı hak ve özgürlükleri olduğu düşüncesi bu tarihi dönemeçten sonra tüm dünya ülkelerine adım adım yayılmıştır. Bilinç düzeyindeki bu önemli gelişme yeni bir tarihsel çağı başlatmıştır.

Özgürlük; yüzeysel ve özet olarak tanımlanan sözlüklerdeki biçimi ile anlaşılabilecek bir kavram olmanın çok ötesinde ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, felsefi boyutları ile derinliği çok fazla bir içerik kazanmıştır. Bu da bizi bireysel özgürlüklerle iç içe geçmiş, birbirinden ayrılamayan “ birey ve toplum özgürlüğü “ konusunu derinlemesine sorgulamaya götürüyor.

Düşünce özgürlüğünün hiçbir gerekçeyle sınırlandırılamayacağı, yasalarca engellenemeyeceği konusunda teorik olarak da olsa bir anlayış birliği oluşmuştur. Uygulamada ise suçu övme, suça teşvik, kargaşa ve kaos yaratma, halkı tahrik gibi soyut gerekçeler içine doldurulan birçok konu düşünce özgürlüğünün ( ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de ) henüz tam olarak hiçbir ülkede sağlanamadığını gösteriyor.

Ekonomik, siyasi, sosyal alanlardaki eşitsizliklerin oluşturduğu kısıtlamalar ise bu konunun daha uzun yıllar çözülemeyeceğini, sürekli ilerilere doğru erteleneceğini gösteriyor.

Dünyada yurttaşları ekonomik, siyasi, sosyal haklarına tam olarak kavuşmuş bir tek ülkenin bile olmayışı, özgürlüklerin önündeki fiziki engellerin kaldırılıp yeryüzünde hak ve adaletin henüz tam olarak sağlanamadığını da gösteriyor.

Mevcut hiçbir dünya görüşünü, hiçbir partiyi, derneği, sendikayı, sivil toplum örgütünü beğenemeyen, hiçbir vatandaşlık aidiyetini kabul etmeyen, kendisini onların dışında tutan, adeta bir ütopya arzulayan özgürlük havarileri de var. Her ne kadar adını koymak istemeseler de; toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini her koşulda reddederek hiçbir model önermeyen bu düşüncenin politik ve felsefi tanımı anarşizmdir.

Bireysel özgürlük maskesi ardında gizlenen bu anlayış ise, özgürlükler için her alanda mücadele etmeden, toplumsal sorumluluklardan kaçmanın bir başka yoludur.

Bireysel özgürlüklerin var olma koşulu ve güvencesi örgütlü toplumsal özgürlüktür. Daha derinlemesine bir analize gidersek; küresel bir imparatorluğa dönmüş günümüz dünyasında bireylerin, sınırlarla ayrılmış toplumların özgürlüğünden öte küresel örgütlü özgürlük anlayışına erişmektir asıl olan.

Toplumsal özgürlük düşüncesinin henüz yeterince anlaşılamadığı yer ve zamanlarda bireysel özgürlüklerin ön plana çıkarıldığı, özgürlük düşüncesinin çarpıtıldığı, çoğu zaman gereksiz yere güvenliğe feda edildiği, ona duruma, zamana ve kişiden kişiye değişen farklı anlamlar yüklenerek içeriğinin boşaltıldığı görülüyor.

Küçük bir köy ya da mezrada çobanlık yapan birisi için özgürlük düşüncesi çok yüzeyseldir, çok muğlâktır. Toplumsal idari kuralların neredeyse hiç uğramadığı, diğer insanlarla ilişkilerin son derece sınırlı olduğu bu yörelerde özgürlüğün bir işlevi de bir anlamı da yok gibidir.

Nüfusun yüz binleri, milyonları aştığı metropol kentlerde ise tam tersi bir durum söz konusudur. Devletin idari, adli ve güvenlik kurumlarının ve sosyal denetimin oldukça sıkı olduğu bu yörelerde özgürlük daha somut, daha anlamlıdır. Vergilerinizi ödemek, trafik kurallarına uymak, marketlerde, alış veriş merkezlerinde sıraya girmek, arabanızın bakım ve fenni muayenesini zamanında yaptırmak, çevreyi korumak zorundasınız.

Başka bir açıdan bakıldığında, ekonomik durumunuz iyi ise ihtiyaç, istek ve arzularınızı daha kolay elde etme özgürlüğüne sahipsiniz, değilse ekonomik özgürlüğünüz yoktur.

Kültür düzeyi ve yaşam standartları düşük, kendi kabuğunda yaşayan bireylerin özgürlükleri bir çırpıda elden gidip kaybolabilir. Eğitimli, kültürlü ve örgütlü bireylerden oluşan bir toplumda ise özgürlükler kolayca teslim edilmez.

Yine, açıktan ya da gizliden işgal edilmiş ülkelerin, yerlerinden, yurtlarından sürülmüş insanların özgürlük arayışları ve mücadeleleri ise konunun diğer bir boyutudur.

Kısacası, mutluluk gibi özgürlüğün de renkli resmini çizmek kolay değil. Gerçek olan, özgürlüğün de mutluluk gibi kolayca bulunabilir hazır bir şey değil emekle, çabayla elde edilecek bir tutku olduğudur.

Özgürlük kavramı, tarih boyunca yaşanan olay ve olgulara bağlı olarak değişip, gelişerek bugünkü çağdaş anlamına kavuşmuştur.  Hızla değişen dünyada, adalet ve eşitlik tam olarak sağlandığında, özgürlük kavramı da yeni anlamlar kazanarak yeni renklerine kavuşacaktır.

 

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

 

Yaşamdan ne bekleriz, yaşam bizden ne bekler?

Paralel evrenlerin, galaksilerin sayısız yıldızlar gibi dağıldığı bir boşlukta, bir kum tanesi kadar bile yeri olmayan insan hayattan ne bekliyor, insandan neler bekleniyor?

Bu dünyanın bize cömertçe sunduğu sınırsız olanakları bencilce nasıl ele geçirebilirim, insanları, diğer canlıları ve doğayı acımasızca nasıl sömürebilirim diye mi düşünüyoruz, bu dünyaya ve dünyalılara; insanlara, hayvanlara, bitkilere, doğaya ne verebilirim diye mi?

Şaşırtıcı bir bilmece gibi görünen bu ikilem, ön yargılardan, kuruntulardan, hırs ve egolardan, alışkanlıklardan, dogmalardan arındığımızda nasıl algılanıyor, bizi nasıl bir düşünce tarzına alıp götürüyor?

Nispeten normal hayatın yaşandığı dönemlerde değil, etrafımızda savaş, tabi afet, salgın hastalık ve ölüm gibi felaketlerin kol gezdiği dönemlerde daha sade ve basitçe kavranan ve sorgulanan hayat bize daha farklı bir manzara çiziyor, daha değişik bir öykü anlatıyor.

Yaşadığı hayatın anlamını aramak için yola çıkanlara ışık tutan Viktor E. Frakl’ın 1945 yılında kaleme aldığı, Okuyan Us yayınları arasında birinci baskısı 2009 yılında yapılan ve İngilizceden dilimize Selçuk Budak tarafından çevrilen “ İNSANIN ANLAM ARAYIŞI “  adlı kitap iki bölümden oluşuyor.

Birinci bölümde; kız kardeşi hariç tüm yakınlarını Nazi kamplarında kaybetmiş, kendisi de bu kamplarda tutulup şans eseri kurtulmuş olan yazarın kamptaki diğer tutsaklarla beraber yaşadıkları ve kamp yaşamına ilişkin gözlemleri yer alıyor. İkinci bölümde ise; kendisi aynı zamanda Avusturyalı bir psikiyatr olan Viktor E. Frakl’ın  bu esaret günlerine ait gözlemlere dayanarak kaleme aldığı ve daha sonra  geliştirdiği ‘ Logoterapi ‘ analizleri yer alıyor.

Sıradan okur, ilk bölümdeki gözlem ve anıları muhtemelen sadece ilginç bir roman gibi okuyacak, ikinci bölümdeki bilimsel, kavranması biraz da güç olan analizlere pek fazla ilgi duymayacak ve yüzeysel olarak şöyle bir bakıp geçecektir. Bu anlamda bu değerli eser daha çok konuya ilgi duyanlara ( meraklılarına ) hitap ediyor. Ancak; toplumun tüm bireylerini ilgilendiriyor, yaşama şu an baktığımızdan farklı önemli bir bakış açısı, derin bir anlam getiriyor. Olağanüstü şeylerin yaşandığı günümüzde belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey; parçalanmış hayatlarımızı yeniden ve yeniden düşünmek, her birimize aşılanan ve akıllarımızı çıkışı olmayan labirentlere hapseden gelenekçi düşünce tarzından sıyrılıp dünyayı farklı bir tarzda kavramaktır.

Viktor E. Frakl, her an yaşamı yalnızca sorgulayıp ondan her şeyi bekleyenlere tam tersi bir bakış tarzı önererek düşünmeye sevk ediyor.

Esaret, acı, onur, sevgi, sorumluluk, özgürlük, özsaygı, başarı gibi kavramlara da değinen yazar özetle şöyle diyor:

“ Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.”

“ Meraklılarına “ iyi okumalar dileğiyle…

EKONOMİDE KÜRESELCİ, SİYASETTE MİLLİYETÇİ DALGALANMALAR

EKONOMİDE KÜRESELCİ, SİYASETTE MİLLİYETÇİ

DALGALANMALAR

 

Modern milliyetçilik düşüncesi, 1789-1799 Fransız Devrimi’nin fikirlerinden doğmuştur. Daha önce, feodal dönemin yönetimleri olan imparatorluklar, derebeylikler altında değişik ırk ve dini inanca sahip, ulus bilinci bulunmayan, kişi hak ve özgürlüklerine tam olarak sahip olmayan, birey değil tebaa olan halk kitleleri yaşıyordu. Halkın, ekonomik ve tarihsel olarak doğup güçlenmiş ve zamanın ilerici gücü haline gelmiş olan burjuvazi önderliğinde ayaklanması ve feodaliteyi yıkmasıdır Fransız Devrimi.

Sonraki dönemde ( 19. Yüzyılın sonlarına doğru ) ekonomik ve tarihsel gelişiminin sonucu olarak ulus devletlerin kurulmasına ve özgür bireyin oluşmasına öncülük eden, kapitalizmin temsilcisi olan burjuvazi, uluslar ötesi yayılmacılığa ve ulus devletlerin yıkılması misyonuna yöneldi. Bu kapitalizmin emperyalizme dönüşümüdür. Artık ulus devletler ve özgür birey, burjuvazinin ekonomik ve siyasi çıkarları önünde bir engel teşkil etmektedir.

Her ne kadar belirli aşamalardan geçse de günümüze kadar süregelen emperyalizmin daha sevimli gösterilme çabalarının bir sonucudur küreselleşme.

Emperyalizm dönemi İtalya ve Almanya’sının, Mussolini ve Hitler öncülüğündeki nasyonal sosyalizm ( kafatası milliyetçiliği ya da faşizm) ise, emperyalizmin yaşadığı dönemsel krizin, içe kapanıp baskıcı rejimler kurarak hak arayışlarını ve kitlesel başkaldırıları bastırıp krizi atlatma çabalarının bir sonucudur.

Kısa, özet bilgi vermemizin amacı; günümüzde siyaset arenasında çeşitli algı oyunlarına, toplumun bireylerinin sürüklendiği kör dövüşüne malzeme teşkil eden küreselcilik, milliyetçilik ya da yerli ve milli konularına değinmemize neden gerek olduğunu anlatmak içindir.

Ekonomide küreselci, siyasette milliyetçi olunabilir mi?

Ekonomi, siyaset ve sosyal hayatı birlikte düşünerek günümüz dünyasına dair sağlıklı bir fikre sahip olabilme zorunluluğu, daha iyi bir dünya hayalinin olmazsa olmazıdır.

Toplumun her ferdinin, eğitim ve emekle eriştiği algılama düzeyi farklı olsa da, bir yanda kişisel gelecek kaygısı güderken diğer yanda birlikte paylaştığı dünyayı korumak, iyileştirmek gibi de toplumsal sorumlulukları var.

Her birinin kendi iç döngüleri olsa da, ekonomiyi siyasetten ve sosyokültürel hayattan ayırma olanağı yok. Hangisini ele alırsanız alın, biri diğerinin nedeni ya da sonucudur. Bu nedenle de, her ekonomik sistem doğal ve kaçınılmaz olarak kendi siyasetini ve sosyal, kültürel yaşam tarzını dayatır.

Neye göre?

Elbette ki genelde mevcut ekonomik ilişkilere, özelde ise üretim, paylaşım ve tüketimdeki güç dengelerine göre.

Teknik analizlerine ve ayrıntılarına girmeden, ortaya çıkmış, netleşmiş sonuçlarına bakarak söylersek; tarihsel bir geçmişe ve evrime sahip olan bugünkü egemen dünya düzeni, sermayenin ve mülkiyetin birikerek merkezileştiği, çoğunluktan azınlık bir zümreye doğru eşitsiz ve adaletsiz bir şekilde aktığı bir paradigmaya dayanıyor. Bunun siyaset ve sosyal hayattaki yansımaları ise; ekonomik ilişkilerle iç içe geçmiş sözde milliyetçilik, insan hakları, özgürlük, barış, doğa ve çevrecilik, kalkınma, vatanseverlik, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi içi boşaltılıp slogan haline getirilmiş yalanlar, entrikalar olarak karşımıza çıkıyor.

Küresel bir dünya imparatorluğuna dönüştürülmüş olan bu sistem, tek bir merkezi, tek bir devleti olmaksızın, sistemin içine gizlenip kaybolmuş “ sihirli eller” tarafından yönetiliyor. Kolları ise ulus devletlere, iktidarlara, iktidar ortaklarına ve destekçilerine, toplum katmanlarına, ailelere, bireylere kadar uzanıyor. Böylesine organize olmuş bir sistem, bir güç karşısında ulusların, yönetimlerin, bireylerin ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamları gittikçe daha fazla tehlike altına giriyor. Barış savaş çığlıklarına, adalet adaletsizliklere, refah yoksulluklara ve açlığa, sağlık hastalıklara, özgürlükler baskı ve kısıtlamalara, toplumsal uyum ve hoşgörüler kin ve nefrete dönüşüyor.

İkiyüzlü küresel sermaye ve sahipleriyle onların yerel temsilcileri; varlığını ve geleceğini korumak için, ulusal ve yerel alanda örgütlenip bir cephe oluşturmaya çalışanların sığınağı olan insan hakları, özgürlük ve adalet, ulusal birlik, vatan, bayrak gibi kavramları sonuna kadar istismar edip, içeriğinden soyutlayıp kullanmaktan da geri durmuyor. Bir yanda ulusların talana dönüşmüş ekonomik sömürüsü, diğer yanda yalanlara bulanmış ırk, inanç ve değerler sömürüsü.

Kısacası, ekonominin küreselcileri, siyasette milliyetçilik, naralarıyla iktidarlarını sürdürmeye çalışıyor.

Küresel ahtapotun kolları altındaki iktidarların karşısındaki muhalefet de uyutuluyor, uyuşturuluyor.

Karmaşa haline getirilmiş ve karartılmış gerçeklere ait sorunların çözümü ise aslında çok basit:

Ulusal çıkarların ön planda olduğu, uluslar arası yardımlaşma ve dayanışmaya yönelmiş, nitelikli üretimini geliştirip gelir dağılımında adaleti sağlamış sağlıklı işleyen bir ekonomi.

Ulusal bağımsızlıkçı, barışçı, ırk ve inanç ayrımcılığını dışlayan, toplumu ve bireyleri kucaklayıp kaynaştıran bir siyaset.

Sağlıklı ve uyumlu, yüzlerin güldüğü bir sosyal yaşam.

Geriye doğru dönüp baktığımızda, Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında hedefleyip belirli bir yol kat ettiği, ama sonraki dönemde yarım bıraktırılmış, başarılamamış bir vizyon.

Söylemlere değil, tarihsel geçmişe, bilime, akla, sayılara, verilere bakıp dünya ölçeğinde nerelerde olduğumuz gerçeğine odaklanmamız gerekiyor.

    Ekonomide küreselcilikle iç içe geçmiş siyasetteki milliyetçilik, millilik ve yerlilik söylemleri, toplumu ve bireyi hiçe sayan yalanlardan ve illüzyonlardan başka bir şey değildir.

KÜRESEL DÜNYADA EKONOMİ VE SİYASET

KÜRESEL DÜNYADA EKONOMİ VE SİYASET

 

Küresel dünyanın ekonomi, siyaset ve sosyokültürel alanlardaki işleyişi; üretim, mal- hizmet ihracat ve ithalatı, tüketim, gelir dağılımı, açıklık, şeffaflık gibi parametrelerden ziyade ranta dönük finansal yatırımlar, borç verme, borçlanma, algı yönetimi ve toplumsal bağımlılık üzerine kuruludur.

Küresel sermaye 20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren üretim sürecinden daha fazla uzaklaşarak zahmetsiz, kısa zamanda daha çok getiri sağlayan, riski daha az olan üretim dışı finansal alanlara ( hisse senedi, tahvil, faiz, döviz, altın )yönelmiştir. Günümüzde finansal işlemler, dünya ticaret hacminin onlarca kat fazlası bir büyüklüğe ulaşmıştır.

Ekonomisi, devlet ve hukuk düzeni istikrarlı olan gelişmiş ülkelerde faiz, repo, borsa gibi alanlarda rant ve kârlılık oranları oldukça düşüktür. Fiyatlar neredeyse yıllar boyu sabit, finansal yatırımlar enflasyonun bir miktar üzerindedir. Az gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerde ise ranta dönük yatırım alanları fazla ve kârlılık oranları enflasyonun onlarca, yüzlerce kat üzerine çıkabilmektedir. Ayrıca getirisi yanında risk oranlarının düşük olması da tercih edilmekte, güvence aranmaktadır. Bu da hukuk düzeni henüz yerli yerine oturmamış, açık, şeffaf, demokratik olmayan ülke yönetimlerinde rant paylaşımı ve devlet güvenceleriyle sağlanmaktadır.

Sermaye ihtiyacı olan ülkelerin borç alma, verme işlemlerinde birtakım ön koşullar dayatılarak borç alanların tek yönlü bağımlılığı arzu edilir. Verilen sermayenin kullanım alanları, faiz ve anaparanın geri dönüşü için devlet güvenceleri, işçi ücretlerinin ve sosyal güvenlik harcamalarının düşük tutulması gibi şartlar ileri sürülür. Borçlar biriktikçe de tekrar borçlanma için yeni şartlar ileri sürülür.

Borçlanma; ülkeler, şirketler ve bireyler için, öz kaynakları dışında borç veren ülkelerden sermaye ( para ) sağlayarak faaliyetlerini, ihtiyaçlarını karşılaması anlamını taşır. Sağlıklı işleyen bir ekonomide, karşılıklı çıkarlar ön planda olmak üzere, istisnai koşullar, sınırlı miktar ve sürelerle ülkeler borçlanıp sermaye ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Yazılı ticari taahhütler ( faiz, nema vb. ) dışında bir bağımlılık oluşmayabilir.  Ancak her borçlanmanın bir maliyeti vardır. Borçlanma sonucu gerçekleştirilen yatırımlar, faaliyetler, giderilen ihtiyaçlar borçlanma miktarının üzerinde bir getiri ya da fayda sağlıyorsa, kalkınma ve refaha ulaştırıyorsa yararlıdır, tüketime, lükse, ranta giderek eriyorsa yarardan çok zarar getirir.

Borçlanmanın maliyeti genelde yüksektir. Bu maliyet, planlı, programlı üretim alanlarında kolayca karşılanabilir. Borcun geriye ödenmesinden sonra bir artı değer yaratılabilir. Plansız, önceliği olmayan yatırımlara, lüks harcamalara, rant çevrelerine yönlendirilirse hem borcun geriye ödeme güçlüğü doğar hem de yeni borçlanmaların kapısını açılır.

Esas olan ise; öz kaynaklara dayanarak, katma değerli daha çok üretimdir. Öz kaynaklara ve üretime ağırlık veren bir ekonomi, küresel ve yerel ekonomik dalgalanmalardan, krizlerden kolayca etkilenmez, ayakta kalır. Çünkü ciddi bir planlamaya, disiplinli bir çalışmaya ve denetime dayanır. Siyasetçi için ise zorlu, zahmetli bir süreçtir. Kumanda merkezinde yoğun bir koordinasyon ve denetim gerektirir. Siyasetçiyi değil halkı zenginleştirir. Siyaset kurumu ve siyasetçi bu görevini yerine getiremediği zaman iktidarı bir başkasına bırakır.

Öz kaynaklara dayalı üretim yerine aşırı dış borca ve ranta dayalı ekonomiler ise, belirli rant guruplarını zenginleştirirken üretim sektörlerinin ve üreticinin zayıflayarak yok olmasına neden olur.

Rant ekonomisi aç gözlü bir canavar gibidir. Belirli rant çevreleri daha çok borçlanma, borç parayla yürütülen rant ekonomisinden daha çok pay alma, günü gün etme peşindedir. Ülkenin geri kalanına ise gittikçe birikerek ödenemez hale gelen borç enkazı kalır. Ülke varlıkları olan şirket hisseleri, bankalar, enerji santralleri, oto yollar, madenler, köprüler  birer birer yabancıların eline geçer.

Kısacası, borcun diyeti bir şekilde ödenir.

Yaşadığımız topraklar ve ülke bizim olmaktan çıkar.

Aşırı borçlanma nedeniyle döndürülemez hale gelen ekonomi bir noktada tıkanır, çıkmaza girer.

Sonuç olarak; öz kaynaklara dayalı ulusal bir ekonominin üretim çarkları döndürülmedikçe, ulusal hasıla adil bir şekilde dağıtılmadıkça o ülke bireylerinin refahı ve huzuru sağlanamaz. Bu yolda atılacak adımların en başında ise “ ulusal kalkınma heyecan ve ruhunu yeniden canlandırmak “ gelir. Bunun anlamı, emperyalizmin güdümünde ve gölgesinde palazlanan, salt milli ve manevi değer istismarına sığınmış dar, sahte bir milliyetçilik siyaseti değil, ekonomik ve siyasi bağımsızlığı hedefleyen topyekûn bir kalkınmadır.

Ulusal kalkınma modelinin en iyi örneği cumhuriyetin ilk dönemidir. Borçlanmaya dayalı rant ekonomisi ise 1950’li yıllardan bun yana devam ediyor.

Ekonomik bağımsızlık, siyasi ve sosyokültürel bağımsızlığın temelidir.