Kavurucu yaz sıcaklarının sona erip sonbahar yapraklarının hafiften esen rüzgârla savrulduğu bir mevsime rastladı Balkanlar turu. Daha doğrusu; tüm Balkanlardan ziyade, Arnavutluk ve dağılan Yugoslavya’dan ortaya çıkan irili ufaklı ülkelere kuşbakışı sayılabilecek bir seyahat.
Belirli bir merkeze uçakla varıştan sonra, çoğu otobüs yolculuğu ile ve birer, ikişer gün arayla yer değiştirerek yapılan bu yorucu seyahate katılmamız bir parça tereddütle başladı. Daha önce gidip görenlerden dinlemiştik; uzun, yorucu bir gezi olduğunu. Ancak, tarihin derinliklerinden gelen öyküler ve Rumeli türküleriyle süslenen geçmiş dönemlere ait izleri yakından görme merakı da yok değildi. Ne de olsa Anadolu kadar Rumeli de yüzyıllardan bugüne uzanan, köklerimizi, kültürümüzü oluşturan, bizi kendine doğru çeken büyülü bir coğrafya olma özelliği taşıyordu. Beş yüz yıllık Osmanlı tarihinin, Enver Hoca’nın, Mareşal Tito’nun, yakın geçmişteki trajik iç savaşın ve henüz durulmamış toplumsal çalkantıların kaybolmamış izlerini taşıyan bu topraklardaki ülkeler, dünyayı ve kendimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak bir hazine olarak duruyor.
Uçakla vardığımız ilk durak, Arnavutluğun başkenti Tiran’dı.
Bilgili, tecrübeli, sempatik bir Karadeniz delikanlısı olan rehberimizle Tiran Hava Alanı çıkışında tanıştık. Daha şehir turuna başlamadan otobüste anlatısına başladı. Genel olarak gezi ile ilgili bilgileri önceden derlemiş olsam da, ayrıntıları, bilmediklerimi rehberden hafızama kaydetmeye başladım.
Arnavutluk; üç milyon kadar nüfusu olan küçük bir ülke. Başkent Tiran ise 800.000 nüfuslu. Karadağ, Kosova, Makedonya ve Yunanistan’a komşu. Adriyatik Denizi’nde kıyısı var. Nüfusun çoğunluğunu Arnavut Müslümanlar oluşturuyor. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesinden sonra, 1912 yılında bağımsızlığını kazanmış. 1939’da İtalya, 1943’te Almanya tarafından işgal edilen ülke, Enver Hoca liderliğindeki Komünist Partisi’nin direnişi ile 1944’te bağımsızlığını yeniden kazanıp sosyalist bir rejime geçmiş. Sovyetlerin dağılmasının etkisiyle 1990’larda yerini sancılı bir dönemin ardından “ Yeni dünya düzenine “ bırakmış.
Bugün Arnavutluk; ekonomik olarak zayıf, çok yönlü toplumsal sorunlarla boğuşan bir ülke. Gelecekle ilgili henüz ciddi bir vizyon oluşturmuş, kendine bir yön çizmiş halde değil. Eski rejimle yenisi arasındaki geçiş ve yeni hayata ayak uydurma sancıları yaşıyor.
Başkent Tiran’daki iki saatlik bir şehir gezisinin ardından, Arnavutluk turu neredeyse başlamadan bitti. Arnavutluk topraklarındaki birkaç saatlik otobüs yolculuğunun ardından Makedonya topraklarına ulaştık.
Makedonya’ya adım atar atmaz, gezimizin merkezini oluşturan Yugoslavya tarihiyle yüz yüze geliyoruz. Dağılan Yugoslavya’nın yerine kurulan 7 küçük ülke, kendi içinde ayrı bir tarihe sahip, çalkantılı, acılı bir sorunlar yumağı içinde savrulmaya devam ediyor.
Sırbistan olarak bilinen ülke, 1389 yılındaki Kosova Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir derebeylik olarak 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla çıkan isyanlardan birisi de Sırp isyanıdır. 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan bağımsız bir krallık haline geldi. Osmanlı Devletinin zayıflamasından yararlanan Sırplar, 1913 yılında Makedonya’yı da alarak topraklarını genişletti. Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu topraklarındaki Slovenler, Hırvatlar, Boşnaklar ve Sırplar, Sırbistan Krallığı adı altında birleşti. 1929 yılında krallığın ismi “ Yugoslavya “ olarak değiştirildi.
İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru, Tito’nun önderliğinde, Alman işgaline karşı partizanların verdiği kurtuluş savaşı sonucu Yugoslavya Sosyalist Federasyonu olarak yeni bir devlet ve idare yapısına kavuştu. Yeni rejim, Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna- Hersek, Makedonya ve Karadağ’dan oluşan 6 cumhuriyet ile Sırbistan içindeki Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerine geniş yerel haklar tanıyan, yerel yönetimlerin ağırlık kazandığı bir yapıyı benimsedi. Ne var ki, bu ademi merkeziyetçi yapı, gittikçe otonom yapıların milliyetçilik çizgilerini keskinleştirerek ayrışmasını önleyemedi.
1980’de Josip Broz Tito’nun ölümünün ardından gittikçe kaynayan bir kazan haline gelen, dış manipülasyonların etkisinden de kurtulamayan Yugoslavya, 1989’da Sırp lider Miloseviç’in Kosova ve Voyvodina’nın özerkliklerine son vermesi ve Karadağ’ı kendisine bağlaması ile iç savaşın kıvılcımlarını yakmış oldu. Diğer cumhuriyetlerde de bağımsızlık hareketi tetiklendi. Haziran1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle Yugoslavya’da çözülme süreci ve buna bağlı çatışmalar başladı. Eylül 1991’de Makedonya, Kasım 1991’de Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yugoslavya’dan geriye Sırbistan ve onun denetiminde Karadağ kalmıştı. 2003 yılında, Yugoslavya ismi de kaldırılarak yerine Sırbistan- Karadağ Cumhuriyeti ismi benimsendi. 2006 yılında Karadağ’ın, 2008 yılında ise özerk Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile, Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna- Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova’dan oluşan 7 ayrı devlet ortaya çıkmış oldu.
Dünya konjonktürü, Sovyetlerin dağılması etnik çatışmaları zirveye doğru tırmandırmıştı.
Tito; hayattayken bu hassas dengeleri son derece iyi gözetmiş ve şöyle demişti:
“ Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde birisi bu görevi devralır. Yoksa kristal küremiz yere düşer ve tuz buz olur…”
Elbette ki, bu ayrışma ve bağımsızlık hareketleri sancılı, çatışmaların, katliamların yaşandığı bir iç savaşla birlikte yürüdü. En önemli çatışmalar, üç buçuk yıl süren, Bosna-Hersek’in referandum sonucu bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Nisan 1992’de Sırpların Saray Bosna’yı kuşatması ve giriştikleri katliamlar esnasında yaşandı.
İç savaşta ölenler, kaybolanlar ve yaralananlar yüz binlerle, yerini, yurdunu terk edenler milyonlarla ifade ediliyor. Yakılıp yıkılan, tahrip edilen bina, araç, gereç sayısı ise tam olarak bilinmese de yüz binlerle anılıyor. Sadece katliamların en büyüğünün yaşandığı Srebrenitsa’da birkaç günde 8372 kişinin ölümü kayıtlara geçmiş durumda.
Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına rağmen katliamları önleyememiş, zamanında müdahale etmeyerek adeta katliamlara göz yummuştur.
Ölümlere ve kayıplara ait rakamlar neyi gösteriyor?
Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasında, tarihin en büyük, en trajik katliamlarına sahne olan bir iç savaş yaşanmış ve gelecek nesillere miras düşmanlık, kin ve nefret tohumları ekilmiştir.
Yaşanan iç savaşın ardından, paramparça olan Yugoslavya’dan doğan yeni devletler içinde, ayrı bölgelerde, birbirine düşman etnik ve dini yönden bölünmüş halklar yan yana yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kimilerinde Sırplar, Hırvatlar çoğunlukta, kimilerinde Boşnaklar.
Gezinin sonraki durakları olan Ohrid, Üsküp, Manastır, Saray Bosna, Belgrad, Sarajevo, Trebinje gibi şehirlerin hepsinde bu ayrışmayı görüyoruz. Binalardaki ve caddelerdeki havan, makineli tüfek mermilerinin izlerini de.
İdari yapılar, özellikle de Bosna-Hersek’te, iç savaş gerilerde kalmış olmasına rağmen hâlâ karmakarışıktır.
Sonuç olarak; Yugoslavya, çok savaş görmüş, çok acılar yaşamış, büyük kısmı dağlık, dağların arasında verimli ovaları, nehirleri ve iklimi ile büyük, büyüleyici bir ülke.
Hiç değilse bir kez gezip görmeli.
500 yıl Osmanlı hâkimiyetinde, 46 yıl sosyalist bir cumhuriyet olarak yönetilen ülke bugün küçük devletçiklere, kantonlara bölünüp parçalanmıştır. Her devletin içinde ayrışmış, kendi içine çekilmiş uluslar her an yeni ayrılıklara gebe olarak yaşamaktadır. Daha fazla dağılmamanın tek yolu ise “ Barış içinde bir arada yaşama” formülünü benimseme ve barışın yollarını yeniden keşfetmekten geçiyor.
Yugoslav tarihi ve yaşanan iç savaş, aynı acıları yaşamamak için bize ve diğer uluslara da ibret alınacak dersler sunuyor.
Savaşın izlerinin henüz silinmediği her yerde aynı yazılı sloganlar göze çarpıyor” Unutma, unutturma”.
Öç alma duygularına seslenen geçmiş acıları ve katliamları “ unutma” olarak da yorumlamak, aynı şeylerin yaşanmaması için “ Barışın zor, dikenli yollarını bir şekilde bul” şeklinde de yorumlamak olası.
Hangi yöne gidileceği henüz belirsiz. Kimin alıp götüreceği de.
“Barışın dili olsa,
Gökyüzüne çıkıp,
Usulca fısıldasa,
Dostluğu, kardeşliği,
Yugoslav dağlarına,
Vadilere, ırmaklara,
Ve de tüm yeryüzüne,
Bilmem,
Duyan olur mu?”
12 Kasım 2019