Aylık arşivler: Aralık 2022

BİR ZAMANLAR

Öykü: Bir Zamanlar | Ali İhsan Doğan

Ege’nin kıraç köylerinde, dağların arasındaki küçük düzlüklerde yetişen ballı üzümlerin, altın sarısı tütünlerin para ettiği, nispeten iyi bir hayat, gençlere istikbal sağladığı yıllardı.

Sıcak, sımsıcak bir temmuz ortası… Güneş daha sabahtan ortalığı kasıp kavuruyordu. Dağların, alçak küçük tepeciklerin başladığı yerlere kadar uzanan tütün vadisindeki tüm nebat, yakıcı güneşin gazabına direnircesine gövdesindeki, yapraklarındaki suyu buharlaştırıp ayakta kalmaya çalışıyordu. Güneş tepeye doğru yükselip alevlerini artırınca yalnızca bir mevsimlik ömrü olan tütünler dik durmaya çalışsa da, canlı, taze görünen sarı, yeşil tütün yaprakları teslim olup boyun bükercesine buruşup solgunlaşacak. Ta ki akşam serinliğine kadar. Mevsim sonunda tütün yapraklarından arınıp dikilmiş çubuk tarlalarına dönen tüm arazi, kış girmeden sürülüp toprak çıplak bir kızıllığa bürünecek.

Oraya buraya dağılmış karıncalar gibi çalışan işçilerin bulunduğu tarlalardan uzaklara doğru bakıldığında, nemden oluşan puslu hava, adeta kaynayan dev bir kazandan yükselen su buharını andırıyordu. Ovadan hafif eğimle yükselen bir tepeye doğru gelişi güzel dizilmiş köy evleri, birkaç yüz metre ötede olduğu halde sislerin arsında hayal meyal görünüyordu. Oysa ilkbaharın ve sonbaharın açık, aydınlık günlerinde, köyün kıvrım kıvrım dar sokaklarında dolaşan insanlar bile buradan seçiliyordu.

Göz alabildiğine uzanan, bir tümsek, çalı, çırpı, yere çakılı eğri büğrü taşlar ve boşluklarla çevrili tütün tarlalarının sınırları kaybolmuş gibi. Tarla sınırlarına yakın yerlerde kendiliğinden çıkıp büyümüş palamut ağaçlarının ve çalıların dışında sığınacak bir gölgelik bulmak olanaksız. Ağaç olmayan tarlalardaki tütün işçileri, kızgın güneşten ara sıra kaçıp birkaç dakikalık dinlenme için küfelerden sırıklara bağladıkları bez gölgeliklere sığınıyorlardı.

Sararmış naylon çorap ve pabuçların, kat kat giyilmiş çiçek desenli elbiselerin, başları sıkıca örten renkli yazmaların içinde, farklı dünyalardan gelmiş uzaylıları andıran kadın işçiler, kızgın güneş ve toprak arasında yanıp kavruluyordu. Yeryüzü cennetine insan olarak gelip de oraların deyişiyle “ insanın insanlıktan çıktığı, “ ya da cehennemi yaşadığı bir sıcak mevsimdi o yılki haziran ve temmuz.

Arazinin çıplak dağa yakın yamacındaki dört dönümlük tarlanın sahibi, yaşı elliye dayanmış bir dul olan Zeliha Ana, o gün yanında gündelikçi olarak bir genç kızla orta yaşlarda iki kadın getirmişti. Eski yamalı giysiler içinde gün doğmadan sabah ayazında gelen ameleler, yaprakları tek tek ama işlerinin ehli bir ustalık ve hızla toplayıp büyükçe küfelere sıra sıra dizerken, neredeyse kırılan yaprakların çıkardığı çıt çıt sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Kadınların yüzleri güneş yanığı, başörtülerine gömülmüş gözleri yorgun, dudakları kurumuş, açıktaki ellerinin derisi ise tütün yapraklarından bulaşan yapışkan kirden kaybolmuş gibiydi. Ara sıra yaşadıkları çileyi, yoksulluğu unutup birbirlerine takılıp gülüşüyorlar, mutlu görünüyorlardı.

Kuşluk vakti, güneş sıra dağların üzerinden tepeye doğru yükselince, Zeliha Ana sessizce ayrılıp topallaya topallaya palamut ağacının altına doğru yürüdü. Biraz sonra da işlerine devam eden kadınlara seslendi:

– Zeynep, Esma, Fadime, haydi kahvaltıya!

Kadınlar topladıkları tütünleri küfeye yerleştirdiler. Ellerinde biriken tütün kirini toprağa bulayıp olabildiğince temizledikten sonra gölgeliğe yöneldiler.

Yiyecekler, yufka ekmeğine sarılı yumurta, ortaya büyükçe bir tabağın içine doğranmış domates dilimleri ve zeytinden oluşuyordu. Kahvaltı aynı zamanda dinlenme, havadan sudan, iki yüz haneli köyün dışına taşmayan sohbet ve dedikodu molasıydı. Zeliha Ana, yufka ekmeğini isteksizce ısırırken diğerleriyle göz göze gelmekten kaçınan genç kıza bakıp söylendi:

– Zeynep yesene, kızım öğleye daha epey var, acıkacaksın.

Zeynep Zeliha Ana’ya tebessümle karşılık verip biraz daha hareketlendi, ama dalgın, tedirgin bir hali vardı.

– Zeynep, yorgun görünüyorsun, uykusuz kalmış gibisin, diye söze karıştı diğer kadınlardan birisi. Diğeri:

-Genç kız, sevdalısını düşünüyordur, diye muzipçe güldü.

– Yok bir şeyim, biraz yorgunluk var, diye geçiştirdi Zeynep.

Toprağın üzerine bağdaş kurup oturan kadınlar, kahvaltıyı bitirdikten sonra bir süre daha dinlendiler, sonra kendiliğinden arka arkaya kalkıp işe koyuldular. Güneş, ateş topu gibi tepeye doğru yükselirken alevlerini daha şiddetli salmaya başladı. Ortalık yanıyordu.

Kadınlar ara sıra doğrulup hem ellerinde topladıkları tütünleri küfeye diziyor hem de gerinip ağrıyan bellerini ovuşturuyorlardı. Zeynep ise, diğerlerine belli etmeden daha sık doğrulup ayakta daha fazla dolanmaya başladı. Etrafı, köye doğru uzanan araziyi sık sık gözlerken birkaç tarla ötede hareket eden birini fark etti. Kısa boylu, tütünlerin arasında kaybolmuş gibi kendilerine doğru yaklaşan delikanlıya dikkat kesildi.

Delikanlı onları gözlüyor, ara sıra bir şeyler topluyormuş gibi eğilip kayboluyor, ama gittikçe yaklaşıyordu.

Diğerleri yorgun, uyuşuk uyuşuk işlerine devam ediyordu.

Zeynep geleni tanıdı, Mustafa idi. Tedirginliği ve heyecanı daha da arttı, kalbi daha hızlı atmaya başladı. Diğerlerine yine de bir şey demedi. Zeliha Ana biraz işkillenir gibi oldu, ama geleni görmediği için tütün yapraklarını toplamaya devam etti. “ Genç kız, çabuk yorulup usanıyor “ diye düşündü. Kendi haline bakmadan biraz da acıdı:

– Git ağacın altında dinlen biraz, dedi ama o pek oralı olmadı.

Daha eli tütün yapraklarıyla dolmadan sık sık küfeye dizen Zeynep, etrafı kolaçan edip Mustafa’yı gözetlemek için kendine fırsat yaratıyordu.

Neredeyse tarlanın sınırına gelmiş olan Mustafa birden hareketlendi, fırtına gibi kadınlara doğru koşup Zeynep’in kolunu yakaladı, kucaklamaya, sürüklemeye başladı. Kadınlar uykudan uyanmış gibi panik ve şaşkınlık içinde ne olup bittiğini anlamadan bağırışmaya başladılar.

– Amanıın kızı kaçırıyor, diye çığlık attı birisi.

– Koşun, yardım edin, diye bağırdı Zeliha Ana.

Şaşkınlıktan kurtulup yerde Zeynep’i sürükleyerek götürmeye çalışan Mustafa’ya doğru koşup taş ve kopardıkları tütün saplarıyla saldırdılar. Bir anda her şey olup biterken, Zeliha Ana genç bir delikanlı gibi, küfeleri güneşten korumak için gölgelik yaptığı sırıklardan birini kaptığı gibi topal ayağını unutup hışımla Mustafa’ya doğru fırladı. Elinde sıkıca tuttuğu kalın sopayı rastgele Mustafa’nın kafasına, sırtına doğru arka arkaya indirmeye başladı. Bu sırada Zeynep cebinden çıkardığı küçük bir çakı bıçağını Mustafa’nın bacağına sapladı. Kızı bırakan Mustafa can havliyle toparlanıp seke seke kaçmaya başladı. Kız kurtarılmıştı.

Zeynep perişan görünüyordu. Toz toprak içinde kalmış, elbiseleri yırtılmıştı. İki koluna girip ağaç gölgesine götürdüler. Bir tasla su verdiler. Uzaktan sesleri işitip, bağırışları duyanlar ise doğrulmuş kaygısızca olanları seyrediyorlardı.

Küfeleri merkebe yükleyip köyün yolunu tuttular.

Olay hemen tüm köye yayıldı. Muhtarın çağırdığı Jandarmalar evde bekleyen Mustafa’yı kelepçeleyip götürdüler. Zeliha Ana ve gündelikçi kadınların da köy odasında ifadeleri alındı.

Mustafa nezaretteyken araya iki tarafın yakınları girip kızın ailesini şikâyetten vazgeçirdiler. Mustafa serbest kaldı. Kaçırmak bir yana erkeğin eli bile değse artık kız kirlenmişti, onunla evlendirilecekti.

Önce acele bir nişan yapıp iki ay sonra, hasat sonu da Mustafa ile Zeynep’i evlendirdiler.

Düğüne Zeliha Ana’yı çağırmadılar. “ Gelmesin, davetli değildir “ diye de haber gönderdiler. Zeliha Ana, düğün günü erkenden, azık torbası ve bir heybe asıp bindiği merkeple, kimselere bir şey demeden koruluğa sınır olan üzüm bağına doğru yol aldı. Bağda bir süre bir ağaç gölgesine oturup oyalandı. İçindeki sıkıntı ve huzursuzluk geçmemişti. Eline bir sopa alıp ayağını aksata aksata tepeye, zirveye doğru yürüdü. Yorulunca büyükçe bir kayanın üzerine oturup köyü ve ötesindeki tepeleri seyretti dalgın dalgın. Düğüne davet edilmemesinden çok kimsesin ses çıkarmamasına, “ olmaz öyle şey “ dememesine içerlemişti. Kendini daha fazla tutamadı, yorgun gözlerinden taneler dökülmeye başladı:

– Keşke gidecek yerim olsa da bu kadar nankörlüğün olduğu köye bir daha dönmesem, diye mırıldandı.

Aşağıya inip bütün gün oyalandıktan sonra hava kararırken kimseye görünmeden eve döndü.

Ne Zeynep ne de Mustafa Zeliha Ana ile bir daha da konuşmadı.

Sonra anlaşıldı ki, kız kaçırma olayı bir senaryodan ibaretmiş. Mustafa Zeynep’i istetmiş, ama Zeynep’in ailesi oğlanın bir mesleği, geçim sağlayacak bir arazisi yok diye evlenmelerine razı olmamış. Bunun üzerine kaçma kaçırma konusunda Zeynep’le Mustafa anlaşmışlar.    Olaya gerçek süsü vermek için de o gün Zeynep Mustafa’yı küçük bir bıçakla hafifçe bacağından yaralamış. Zeliha Ana’nın Mustafa’ya kaş göz demeden indirdiği sopaları ise unutmamışlar.

GEÇ GELEN ÖZGÜRLÜK

Öykü: Geç gelen özgürlük | Ali İhsan Doğan

Onu ilk defa İstanbul’un Anadolu yakasında yeni taşındığımız semte yakın otobüs durağında beklerken gördüm. Önü iliklenmiş takım elbisesi, tıraşlı yüzü, boyalı parlak ayakkabılarıyla yolcuların arasında hemen seçiliyordu. Kısacık boyu, elinde küçük bir bavulu andıran evrak çantası ve poşetin içine gizlediği sefer tasıyla gözlerini ayırmaksızın otobüsün geleceği yöne doğru bakıyordu.

“Günaydın”, diye kalabalığa seslendiğimde birkaç kişiden “ günaydın “ diye mırıltılar geldi. O ise, hafifçe bana dönüp tekrar başını bakmakta olduğu yöne çevirmekle yetindi. Sık sık saatine bakıp duruyordu. Kaçta, nereye yetişecekse otobüsün geciktiğini düşünüp huzursuzlanıyor gibi bir hali vardı.

Nihayet otobüs geldi, telaşla diğer yolcuların önüne geçip ilk sırada bindi. Meraklanıp oturduğum birkaç sıra arkadan izlemekten kendimi alamadım. Sonraki duraklardaki kalabalık yolcuların otobüsü bekletmesiyle, neredeyse kaybolduğu koltuktan başını uzatıp ritmik hareketlerle öne doğru uzanıyor, sonra aceleyle yine saatine bakıp kıvranıyordu.

Adliye durağında aceleyle toparlanıp, ayaktaki yolcuların arasından sıyrılıp indi. Otobüs, iki durak sonra ineceğim üniversiteye doğru devam etti.

Üniversitenin Çevre Mühendisliği bölümünde derslere giriyordum. Doktoramı yeni bitirmiş ve aynı üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başlamıştım. Her gün olmasa da haftada üç, dört gün derslere girip çıkıyordum. Her halde yeni olduğum için, derslerin yanı sıra angarya denilebilecek bazı işler da bana geliyordu. En çok zamanımı alanlar ise, değişik kurum ve kuruluşlardan istenen bilirkişi raporlarıydı.

Bir zaman sonra bilirkişi raporları çoğaldı. Sanki yeterince işim yokmuş gibi bunlara adliyeden gelenler de eklendi. Doğal olarak adliye ziyaretlerim de başladı.

Onunla bu dosya ve evrak alış verişi sırasında tanıştık. İlk gidişimde makamında yoktu. Makam deyince şık bir masa, gösterişli bir makam koltuğu, masa önünde misafir koltukları, üzerinde ikram için sigara, çikolata bulunan bir sehpa, ahşap bir dolap, duvarda bir televizyon, masa üzerinde kalemlik, sümen gibi şeyler bulunan ferah bir oda hayal etmiştim.

Girişte, kapının hemen yanında, yazıları solup bazı harfleri neredeyse kaybolmuş bir ‘ Yazı İşleri Müdürü ‘ levhası olsa da burası adeta dosyaların hücumuna uğramış bir arşivi ya da evrak odasını andırıyordu.

İkinci gidişimde, biraz şaşkınlıkla onu dolapların ve dosyaların arasında kaybolmuş gibi duran küçük masasında ayakta dururken gördüm.

Evet, oydu, birkaç hafta önce durakta gördüğüm ve sonraki günlerde de sıkça karşılaştığım çelimsiz kısa boylu şahıs. Masasının gerisinde yüksekçe bir tezgâhın arkasından bakar gibi duruyordu. Dışarıda ilk gördüğüm zamanki düzgün kıyafeti ve asil duruşu kaybolmuş, saçları dağılmış, kravatı gevşeyip yana kaymış, omuzları hafiften çökmüş vaziyette, endişeli bir yüz ifadesiyle dikiliyordu. On, on iki metrelik bir odada biraz daha küçük bir yazıcı masasında, eski bir daktilonun gerisinde, daha sonra Kâtip olduğunu öğrendiğim orta yaşlarda bir bayan oturuyordu.

“ Ben Rıfkı, Yazı İşleri Müdürü “ diye kocaman, kalın gözlüklerinin üzerinden bakarak kendini tanıttı, elindeki bir tomar evrağı diğerine aktarıp boşta kalan elini uzattı.

“ Ben Erhan “ diyerek gönülsüzce uzanan eli sıktım. Sıkılan elini hemen geri çekerek uçmasını önlemek istercesine diğer elindeki evraklara götürdü.

Başıyla masasının önünde iskelet gibi duran eski iki sandalyeden birini işaret ederek:

“ Buyurun Hocam, oturun, her halde dosya için geldiniz “ dedi. Sormadan yan masadaki Bayan’a işaret ederek çay söyledi. Çay içeceğimi nereden biliyorsa.

Oturdum. Onun da oturup bir şeyler sorup sohbet edeceğini düşünüyordum. O ise ayakta, sanki odada ondan başka kimse yokmuşçasına, işine kaldığı yerden devam etti.

Çay geldi, o farkına bile varmadı.

Kendinden geçmiş bir vaziyette dosyaları karıştırıyor, dosyalara evrak takıp evrak çıkarıyor, arkasındaki panoya karaladığı küçük notları iliştirip bir kısmını söküp çöpe atıyor, masasının üzerindeki evrakların yerlerini değiştiriyor, sonra beğenmeyip tekrar düzenliyordu. Ara sıra da göz ucuyla bakıp “ çay geldi mi?“ diye mırıldanıp tekrar işine devam ediyor, bir süre sonra aklına yeni gelmişçesine farkında olmadan tekrar “ çay geldi mi?” diye soruyordu.

Ama hep ayakta.

Böylelerinden bizim üniversitenin idari işlerinde de var, fakat bu bir başka.

Sabırla, biraz da eğlenceli bir şey bulmuşçasına sesimi çıkarmadan, onun da kendinden geçip devam ettiği ‘önemli işlerine’ gülümseyip bir süre bekledim. Biraz da acıma duygusuyla böyle bir hayatın sonrasını, sonunu düşündüm. Pek belli etmemeye çalışsam da kızmaya, huzursuzlanmaya başlamıştım.

“ Rıfkı Bey, çayımı içtim, teşekkür ederim, ben artık dosyayı alıp izninizi istesem “ dedim.

O işinden ayrılmadan, başını bile kaldırmadan:

“ Tamam, az kaldı “ dedi.

Neyi bitirmeye çalıştığını da anlamadan beklemeye devam ettim. Bu sırada yandaki Bayan durumumu anlamış olacak ki, işini bırakıp üzerine tesellüm evrakı iliştirilmiş bir dosyayı Rıfkı Bey’in önüne getirip koydu. Önüme uzatıp bir imzamı alacak. Hepsi bu.

O işine büyük bir ciddiyetle devam ediyor.

Belki bir yararı olur düşüncesiyle ayağa kalkıp tekrar:

“ Ben müsaadenizi isteyeyim “ dedim.

Nihayet uykudan uyanmış gibi durdu, yüzüme anlamsız bir bakıştan sonra:

“ Kusura bakma Hocam, biraz beklettim, görüyorsun işler birikmiş, dağ gibi “ dedikten sonra da ekledi “ Hocam aman geciktirmeyin, konu biraz acil de, biliyorsunuz çevre konuları hassas, çevreci kuruluşlar, valilik, hatta bakanlık bile konuyu yakından takip ediyor “

“ İşleri acil ve hassasmış, herkesin işi acil, sanki bizim acil işlerimiz yok “ diye içimden geçirdikten sonra önüme sürdüğü dosya üzerindeki evrağı imzalayıp bıraktım, dosyayı aldım.

“ Merak etmeyin, en kısa sürede inceler raporla birlikte size iade ederim “ diyerek çıktım.

Bunalmıştım. Kendimi adliye binasından dışarı atıp otobüs durağında birikmiş kalabalığı geçip bir sonraki durağa kadar yürüdüm.

Geçip giden günler, haftalarda Rıfkı Bey’le otobüs durağında ve adliyede sık sık görüşür olduk. Durakta “ Günaydın Rıfkı Bey, nasılsınız ? “ Günaydın Hocam, siz nasılsınız ?” dışında bir diyaloğumuz olmuyor, aynı kısa mülâkatlar adliyedeki o küçücük odasında da devam ediyordu. O, ilk karşılaştığımız günkü gibi hep meşgul, hep telaşlı ve tedirgindi. Pek yansıtmak istemese de mutsuz, umutsuz, çaresiz görünüyordu. Kapana kısılmış bir tavşan gibi ev, adliyedeki odası, evraklar, dosyalar arasında dolanıp duruyordu.

Tanışmamızın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Onun dalgın, meşgul, telaşlı, kayıtsız hallerine, ifadesiz yüzüne alışmıştım. Hatta sevimli bulmaya bile başlamıştım. Benden yaşça oldukça büyük olmasına rağmen, fazlaca konuşup dertleşmeden dost olmuş gibiydik.

Çoğu zaman işlerimin yoğunluğunu bahane edip odasında oturmadan, ayaküstü dosya alıp, evrak iade edip çıkıyordum. Bazen de Kâtip Bayan Rıfkı Bey’e vermeye gerek görmeden teslim evrakını imzalatıp dosyayı bana teslim ediyordu.

Son gidişimde onu daha önce hiç görmediğim bir ruh halinde buldum. Sanki her şeyi bırakmış, çocuk kadar küçülüp, koltuğa gömülmüş, arkasına yaslanmış, boş, anlamsız gözlerle bakıyordu. Belli ki bir şeyler olmuştu.

“ Hocam, hoş geldiniz, buyurun “ diyerek hafifçe yerinden doğrulduktan sonra tekrar arkasına yaslandı.

Bir süre merakla yüzüne baktım. O da beni dikkatlice süzüyor gibiydi, ama gözleri dalgın ve sabitti. Sanki bir boşluğa, bir karanlığa bakıyordu. Yorgun ve bitkin görünüyordu.

“ Hayırdır, ters giden bir şey mi var ?” diye sordum.

Beni duymamış gibi bir süre sessiz kaldı. Bir şeyler anlatmak istiyordu, ama anlatmak, paylaşmak pek onun tarzı değildi. Konuşup konuşmama konusunda epeyce bir muhasebe yaptıktan sonra dertleşmeye karar vermiş olacak ki, yan masada bir şeyler yazan Bayan’ı “ Kızım istersen biraz ara ver, zahmet olmazsa bize de iki kahve söyleyiver “ diyerek gönderdikten sonra yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başladı:

“ Hocam, bizimki çok nankör bir meslek, insanı parçalayıp dağıttıktan sonra bir kenara atıveriyor “

“ Merak ettim, kötü bir olay mı oldu ? “

O, benim merakımı gidermek ve sorduğum soruya bir yanıt vermekten ziyade kendi kafasında bir sıraya soktuğu şekilde ayrıntılı olarak anlatmaya devam etti:

“ Ben elli beş yaşındayım, Burada neredeyse otuz senemi doldurdum, yıllık iznimin çoğunu burada geçiriyorum, acil konu diyerek izinde, tatillerde bile koşarak geliyorum. Benim eşim ve üç çocuğum var, hiç değilse yılda birkaç gün onları da alıp bir yerlere dinlenmeye, eğlenmeye götürmem gerekmez mi ? Bunu beklemezler mi? Onlar belli etmemeye çalışsalar, bir şey söylemeseler de ben anlamaz mıyım ? “

Kahveler geldi. Biraz soluklanıp geri kalanını anlatma konusunda kısa bir tereddüt daha yaşar gibi görünse de, ben merakla sözlerinin devamını bekledim. Devam etti:

“ Her yıl yüzlerce dosya, binlerce evrak elimden geçiyor, her şey aksamadan tıkır tıkır yürüyor. Arada, yılda bir, iki de olsa hiç mi aksaklık olmaz? Nihayetinde makine değil insanız. Geciken bir dosya yüzünden Hâkim Bey söylemediğini bırakmadı. Vallahi ne yalan söyleyeyim, meslek hayatımda bu kadar kırıldığımı hatırlamıyorum. Yok, yaşım ilerlediği için dalgınlığım artmış da, emekliliğim geldiği halde ne duruyormuşum da, gençler görev almak için sırada bekliyormuş da, daha neler neler”

“ Üzüldüm. Sizin için ne yapabilirim ? Hâkim Bey’le biliyorsun arada bir de olsa yüz yüze görüşüyoruz, az çok diyaloğumuz var, istersen kendisiyle konuşayım” dedim.

Kabul etmedi.

Bir süre sessizliğini koruyup başka da bir şey anlatmadı. Sonra yüzünde hüzünlü bir ifade ve kararlı bir sesle mırıldandı:

“ Demek ki buraya kadarmış “

Mesele az çok anlaşılmıştı. Teselli edecek bir şeyler söylemenin pek bir yararı olmayacağını biliyordum. Onu o üzüntülü halinde bırakmak benim için zor olsa da yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek ayrıldım.

Bir hafta, adliyeye gideceğim güne kadar onu düşünmekten, meraktan kıvranıp durdum. Sabahları durakta da göremedim. Bir ara, bir bahaneyle gidip görmek istedim. Sonra vazgeçtim.

Bir hafta sonra elimde dosya ile adliye kapısından girip doğruca odasına yöneldim. Kapı açıktı. İçeride Kâtip yalnız oturuyordu. Dosyayı teslim ederken Rıfkı Bey’i sordum:

“ İzinde, emeklilik dilekçesini de bıraktı, her halde ayrılacak “ dedi.

Birkaç hafta sonra gittiğimde onu yine göremedim. Masasının üzeri boşaltılmış, özel eşyaları küçük bir kutuya konmuş, duvarın kenarında duruyordu. Odada bir matem havası vardı. Kâtip Bayan’a baktım:

“ Rıfkı Bey…” dedim, arkasını getiremedim.

“ Sizlere ömür, üç gün önce kalp krizi geçirmiş, kurtaramamışlar “ dedi ve ekledi “ Onun hayatının yarısı evi, yarısı da burasıydı, yarısı elden gidince yerini dolduran özgürlük ona fazla geldi, kalbi yeni hayatının heyecanına dayanamadı, olacaklar belliydi “

Şaşkınca dönüp masasına, kenarda duran kutuya baktım. Bu küçük, sararıp solmuş masada bir hayat gelip geçmişti. Geriye birkaç parça kitap ve şahsi eşyanın yer aldığı kutunun üzerindeki isimlik kalmıştı sadece.

‘ Yazı İşleri Müdürü- Rıfkı Şahin ‘

Rıfkı Şahin, Yaşamının yarısını dört yanı duvarla çevrili bir apartman dairesine, diğer yarısını da loş ışıklı bu odaya, şu küçücük kutuya sığdırmıştı. Onu hayatının dar koridorlarında dolanıp duran mutsuz birisi gibi görmekle yanılmıştım. Evi ile işi arasındaki labirentin içindeki özgürlük kırıntıları ona fazlasıyla yetiyormuş. Belli ki daha fazlasını tanımaya pek zamanı olmamış.

Yanılgılarımın yanında öğrendiklerim de çok oldu.

İdealist birisi olan ben, onda sıradan insanı, yaşamın dar alanlarında boğulup giden ömürleri, zamanında farkına varılamayıp ulaşılamayan özgürlüklerin nasıl uçup gittiğini gördüm. Onun iç çatışmalarını, hayata nasıl baktığını, neleri gördüğünü ise fazlaca anlatmadığı için bilmiyorum.

Daralmıştım, başım dönüyordu, sandalyelerden birine çöktüm. Bir süre oturup kendime geldikten sonra elimdeki dosyayı yavaşça masanın üzerine bırakıp koşarcasına dışarı çıktım. Bir boşluğa doğru yürüdüm, yürüdüm.

edebiyathaber.net (18 Ekim 2022)