Aylık arşivler: Eylül 2020

KORKU TÜNELİ

KORKU TÜNELİ

 

    ABD’li yazar James Dashner’in bilim kurgu türünde yazdığı romanı “ The Maze Runner “ ( Türkçe adıyla Labirent: ölümcül Kaçış ) kitabını okumamış olsanız da, beyaz perde uyarlaması olan filmini birçoğunuz izlemiştir.

    Masallar ve bilim kurgu türü eserler; çocukların, çocukluktan henüz çıkmış gençlerin hayal dünyalarına yönelik gibi görünse de, büyüklere macera ve eğlencenin ötesinde yaşama dair anlamlı dersler de sunuyor.

    “ Labirent “; hafızaları silinerek, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, tek çıkışı içinde ölümcül yaratıkların dolaştığı labirent olan bir alana hapsedilen ve yaratıklara rağmen gündüzleri kapısı açılan labirentin çıkış yolunu bulup kaçmaya çalışan korku içindeki çocukları anlatır.

    Yaşadıkları küçük dünyalarının gerçek hayat olduğunu düşünen çocukların rutin geçen günleri, son gelen iki kişinin kurulmuş olan statükoya karşı gelip dışarıya çıkma arayışlarıyla yeni bir mecraya doğru sürüklenir.

    Labirentin içindeki yaratıkların, insan eliyle yapılan, teknoloji ürünü robotlardan oluştuğunu ve yaşananların ise gelişmiş bir laboratuarda deney olarak kurgulandığını filmin sonlarına doğru öğreniyoruz.

    ABD’li yazar “ Labirent “ ile yarattığı bilim kurgu dünyasının gizemlerini ve amacını hiç şüphesiz en iyi kendisi bilir. Ne var ki, bizler de bu ve benzeri eserlerle, algı ve hayal dünyamızda çok değişik yolculuklara çıkmaktan kendimizi alamıyoruz.

    Korku ve gerilim türünün bu ve benzeri örnekleri, bizi ve toplumsal hafızalarımızı, içinde yaşadığımız dünyanın önümüze serdiği korku labirentlerine, “ korku- otorite – yönetim “ ilişkilerine götürüyor.

    Şöyle yüzeysel bir bakışla bile, içine sürüklendiğimiz korkuların, gerilimlerin ne de çok olduğunu görebiliyoruz.

    Korku ve gerilim romanları, filmleri ( bir kısmı bilim kurgu türünde olsa da ), yaşamakta olduğumuz bireysel, toplumsal korkularımıza bir ayna tutuyor. Bazen, okuduklarımızı, gördüklerimizi zaten yaşamakta olduğumuzu düşünüyoruz. Bazen de ilk defa karşılaşmışçasına şaşırıp ürperiyoruz.

    Tabular, geleneksel ve dinsel korkular, çocukluğumuzdan bu yana zihinlerimize sürekli enjekte ediliyor. Kalıpların, kuralların, dogmaların dışına çıkıp farklı dünyalara, farklı düşüncelere bakmaktan, nedenleri, sonuçları sorgulamaktan korkuyoruz.

    Savaş, yokluk, işsizlik, deprem, hastalık gibi tehlikeler hep korkutuyor. Kurtulmak için toplumsal bütünleşme yerine çoğu zaman bireysel dünyalarımıza kapanıyoruz.

    Son yaşamakta olduğumuz pandemi; gelişmiş teknoloji ve medya yoluyla hepimizi dehşete düşürecek bir fonda sunuluyor, topyekûn ölüm korkusuna hapsediliyoruz.

    Büyük varlık ve servet sahibi olanlar, elde olanı yitirme, daha fazla kazanamama korkusuyla tüketiyor ömrünü.

    Çocukluktaki büyük korkular, yaşam boyu devam eden travmalara yol açabiliyor.

    Küreselleşme; bireysel ve toplumsal korkuları çoğaltıp güvenliği olmayan bir geleceğe sürüklüyor insanlığı.

    Korkular çoğalıp otoriteye boyun eğmeye, körü körüne itaate yol açıyor. Otoriter güç ise, toplumu korkutarak daha kolay yönetme eğilimini sürdürüyor. Korkutulmuş toplumun bireyleri daha kolay yönetiliyor. Belki de yaşamlarımız bu nedenle “ korku tünellerine, labirentlere “ yönlendiriliyor.

    Toplumu korkutarak yönetme eğilimindeki otoriter güç, teknolojiyi ve medyayı çok etkili bir silah olarak görüyor ve tümüyle elinde, denetimi altında tutmak istiyor. Farklı seslere, aykırılıklara tahammül edemiyor.

    Hayal dünyamızın derinliklerine indikçe, aslında yaşantımızın çıkışını buldukça bir yenisinin içine düştüğümüz labirentler zincirinden ibaret olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyoruz. İçine düştüğümüz sorunlar zinciri; karmaşık yolları olan, çıkışını bulmakta zorlandığımız labirentlere benziyor.

    Belki de yaşadığımız dünya, evrende kurulu, sayısı bilinmeyen labirentlerden biri olarak tasavvur edilebilir. Ömür ise, toplumların, bireylerin korku ve tedirginlikle girdikleri kendi küçük labirentlerinin içinde yaptıkları kısa bir yolculuk.

    Korku tünellerinden çıkmanın, korkuları yenmenin yolu ise, yaşadığımız evrenin, toplumun ve insanın sırlarını çözebilmekten geçiyor.

    Hapsedildiğimiz karanlık toplumsal labirentlerin içindeki “ yaratıklarla “ baş edip, çıkışa, ışığa ulaşma olasılığı her zaman vardır.

 

BİZİ BEKLEYEN HAYAT

Ömrünüzün herhangi bir döneminde, dört bir yana su gibi akıp giden yaşamın tam orta yerinde, insanlardan uzak bir köşeye kendinizi hapsedip etraflıca hayat muhasebesi yaptığınız hiç oldu mu?

Yakınınızda, hemen etrafınızda, uzakta, ufuklarda, hayallerinizde uzanıp da ulaşabildikleriniz ne kadar?

Arzulayıp da ulaşamadıklarınız, ömrünüzü tüketen, hep dışında olduklarınız, hep kenardan seyredip hayıflandıklarınız, yaşamınızı renksiz, sıradan bir tükenmişliğe mahkûm edenler, sizin dışınızda akıp giden ve sizi de sürükleyip götürenler ne kadar?

Bize sunulan; resim çerçevesi gibi sınırları çizilmiş, bir sihirbaz marifetiyle yalana dolana batırılıp gizlenmiş, pembe hayallerle süslenmiş, ama mutluluğunu ve erdemini bir türlü yakalayamadığımız sahte hayatlar bir yanda.

Daha iyisini, daha anlamlısını elde etmek için aklımızı şaşırmadan, her söylenene, her kurgulanana bir çırpıda inanmadan, araştıran ve sorgulayan aklımızla ufukta, uzaklarda gördüğümüz, ancak alın teri, göz nuru dökerek, mücadelesini vererek elde edebileceğimiz gerçek hayatlar diğer yanda.

Nasıl bir hayatı yaşamalı?

“Godot”yu mu beklemeli çaresizlikleri aşmak için, oturup hiçbir şey yapmadan, durmaksızın güneşe doğru mu akmalı?

Kutsal kitaplarda ise Mehdi ( ya da Mesih ) beklenir çaresizlerin  kurtarıcısı olarak.

İster yaşamak için meçhul birileri tarafından önümüze konacak olanı bekleyelim, isterse kendi yaratacağımız dünyaya doğru kulaç atalım, bilinmeyenlerle doludur geleceğimiz.

Gabriel Garcia Marquez; anlatmak ve yazmak için yaşamalı felsefesini savunuyor, birçok yazar ve düşünür gibi.

“Aklın kontrolü” ve “Başarı” gibi konular üzerinde uzmanlaşan yazar Mümin Sekman’a göre ise hayat, başarılıp kazanılması gereken bir ‘ kişisel kurtuluş savaşı’dır.

“Kullanım kılavuzunu almadan geliyoruz dünyaya. Nasıl yaşamamız gerektiğini yaşarken öğreniyoruz. Hayallerden yapılma bir hayatı, aynı anda hem ilk hem de son kez yaşıyoruz.

İki dönem halinde geçiyor ömrümüz: Okul hayatı ve hayat okulu. Okul hayatının amacı bizi hayat okuluna hazırlamak, ancak hayat okulunda en çok lazım olan bilgiler okul hayatında öğretilmeyenler. Bu yüzden çoğumuz, hayatın başarı sınavlarında boş kâğıt veriyoruz!”      ( HER ŞEY SENİNLE BAŞLAR, Mümin Sekman, ALFA yayınları )

Anlatmak ve yazmak, bu kulvarda koşanların yaşam biçimidir bir bakıma. Hayatı daha derinlerde keşfetmek, farklı renk tonlarını yakalamak hoş bir yaşam serüvenidir. Yazma tutkusu, daha çabuk, daha doğru öğrenme sevinci yaratır.

Başarma sevinci, mutlulukları kalıcı kılar. Başarma azmi, belki insanı diri tutan, umutsuzlukları, karamsarlıkları silip götüren bir yol, ancak kontrol edilemeyen hırslara, tutkulara dönüşmemeli.

Küçük, sıradan şeyler o anki koşullara ve ruh haline göre mutluluk getirir kimi zaman. Kimi zaman da bol para, lüks arabalar, yatlar, yalılar doyumsuz ruhları mutlu etmeye yetmez.

Şairlerin dünyasında ise hayat bir başka türlü dizelere dökülür.

Nazım Hikmet, hayata daha başka bakar,“ Yaşamaya Dair “şiirinde:

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
`Yaşadım` diyebilmen için…

 

Belki de yaşanılacak en iyi hayat; sınırsız hırslara, ihtiraslara, yığılmış servetlere, gösterişe, popülizme, şişirilmiş egolara, kin ve nefret gibi duygulara kapılmadan mutluluğu yakalamaya çalışmaktır.

Nerede mi?

Dışarıda, çok uzaklarda değil, kendi içimizde.

Kendimizi en iyi yine kendimiz biliriz. Kendimizi göremeyecek kadar körelmemişsek eğer.

HAYAT BİZDEN NE BEKLER ?

 

Bizim hayattan ne beklediğimiz mi önemli, yoksa hayatın bizden ne beklediği mi?

Evrende bir kum tanesi kadar küçük olan, bizlere cömertçe sonsuz olanaklar sunan dünyaya, içinde yaşadığımız topluma; kul hakkı yemeden, kamuya ait olanı çalıp tahrip etmeden, karşılığını almadan neleri verdik?

Yani; alın teriyle kazandıklarımızdan, malımızdan, mülkümüzden, eti, kemiği bize ait olanlardan.

Ya da;

Karşımıza çıkan fırsatlara başkalarından önce sahiplenme, üretmeden diğerlerinden daha çok tüketme güdüsüyle davranıp, mirasyediler gibi, insanlığın ortak malı olan neleri yiyip bitirdik?

Konu karmaşık gibi görünebilir.

İçinde savrulduğumuz yaşam koşulları, bizde kişiliğimizi şekillendiren doğru, yanlış, öznel düşünce ve duygular oluşturabilir. Her birimiz hayata, bize başkalarının açtığı değişik, puslu pencerelerden bakarız çoğu zaman. Geleceğe uzanan beklentilerimiz farklıdır.

Toplumsal yaşamın içinde, uzanıp ta yakalamak istediklerimiz kimi zaman diğerleriyle barışçıl, ortak zeminlerde buluşsa da, çoğu zaman çatışmalara, sonu gelmeyen çıkar kavgalarına yol açabilir. Bireysel çıkarlar, ihtiraslar, pohpohlanan egolar; her birimizi başkalarına hükmetme, diğerlerini yenme, yok etme eğilimlerine sürükleyebilir. Bir şekilde ele geçirdiğimiz ayrıcalıklar; gözlerimizi ve zihinlerimizi köreltip etrafımızda yaşanan toplumsal travmalara kayıtsız kalmamıza, sırtımızı dönmemize neden olabilir.

Geriye doğru dönüp baktığımızda; gittikçe artarak günümüze kadar uzanan, servet, mal, mülk olarak kurumsallaşmış, bireysel daha çok sahip olma güdüsünü ve aç gözlülüğünü yenemediğimizi görüyoruz. Toplumlara, sınıflara, katmanlara bölünmüş, aynı sınıf ve katmanların değişik egolara, çıkarlara, inanç ve etnik kimliklere göre ayrıştırılmış bireyleriyle bir kaos içinde yaşıyoruz.

Oysa hayatın cömert kolları; hepimizi kucaklamaya yetecek güzellikler ve zenginliklerle doludur. Öyle ki; yaşadığımız dünya sadece biz insanlara değil, üzerinde yaşayan tüm canlılara yetecek kadar geniş, sınırsız olanaklar veriyor.

O halde; hiç bitmeyecekmiş gibi bolluk ve refah sunan bizim dışımızdaki hayatın bizden beklediklerine, zaman zaman da olsa dönüp bakmak gerekiyor. Aksi takdirde dünyanın ve toplumsal yaşamın gittikçe bozulan dengeleri karanlık bir meçhule doğru sürüklenecektir.

Dünyayı ve yaşadığımız hayatın alt üst olan dengelerini; karşılığında hiçbir şey vermeden sonsuza dek sömürerek, tahrip ederek, acımasızca yok etme savaşlarına girerek yeniden olması gereken doğal haline döndüremeyiz.

İnsan olarak bizlerden hayat ne bekliyor?

İnsanı insan yapan nedir?

Pisikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, İkinci Dünya Savaşı sırasında, yaşamının bir kısmını Nazi toplama kamplarında ölümü bekleyerek geçirir ve şans eseri imha edilmekten kurtulur. Babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında öldürülmüştür. Dr. Frankl; toplama kampında yaşadığı acı deneyimlere dayanarak tüm bir yaşamı sorguladığı “ İnsanın Anlam Arayışı “ adlı eserinde, hayata ve insana dair bu soruları şöyle yanıtlıyor:

“ Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.”

İşe nereden başlamalı?

Elbette ki, insan önce kendinden başlamalı.

Daha huzurlu, ayrımcılığın ve aç gözlülüğün olmadığı bir dünya dileğiyle.

EYLÜL HÜZÜNDÜR

 

Uykuya yatmış, tepeden tırnağa kirlenmiş siyasetin karanlık labirentlerinde dolanıp bir şeyler bulmaya çalışırken, sessizce gelip geçen hayata, mevsimlere, aylara takıldım.

Sıcak, sımsıcak geçen günlerin ardından Eylül geldi.

Her mevsimin kendine has dili vardır. Zaman, zaman karşısında durup okumak, anlamak gerek. Geçen zaman, geriye dönüp bakıldığında acıları, sevinçleri bugüne taşıyan buruk bir tebessümdür. Geleceğe dönüldüğünde, kalan, azalan ömrün, umutların, henüz yapılamayan, bitirilemeyenlerin telaşıdır zaman.

Mevsimler, aylar, günler ise; zamanla yitirilenlerin, geriye kalanların muhasebesinin yapıldığı duraklar gibidir. Kimilerine göre ise; hiçbir hesabın, kitabın yapılmadığı beyhude geçen koca bir ömürdür.

Ocak; kara kışın orta yeridir. Yağmur, kar, çamur demektir. Barınacak sıcak yuvası olana fırtınaların, sert rüzgârların arasında birkaç aylık sığınaktır. Fukaranın, evsizlerin korkulu rüyasıdır. Köşe başlarında titreyen sokak hayvanlarının ıstırabıdır. Çocuklar için okuldur, kartopudur, kardan adamdır. Karadır, serttir, çetindir.

Mart; baharın, yeniden doğuşun, yeşeren hayallerin, sevinçlerin, coşkuların şaha kalkmasıdır. İnsan ruhunun adeta yeniden dirilişidir. Daldaki çiçek, havada uçan kuş, böcek, topraktan, tohumdan fışkıran berekettir.

Her bahar, yeni bir aşk, yeni bir sevdadır. Ama bir sonra gelecek yaza gebedir.

Haziran; baharın yaza devridir. Toprakta alın teri, sıcaktan yanıp kavrulan biçare emektir. Bahar yağmurlarının beslediği berekettir, bolluktur.

Gurbetçiler, tatilciler, öğrenciler için, dağlara, denizlere, kumsallara akındır.

Eylül, baharın ve yazın hazana dönüşüdür. Bol hasadın gülen yüzü, karşılığı alınamayan emeğin çaresizliği, isyanıdır.

Okula, işe, gurbete dönüştür Eylül. Çabuk biten yaz aşklarının derin hüznüdür kimileri için.

Çocuklar için, okul yollarına yayılan yeni bir heyecan, yeni bir umuttur.

Nazım’a (Hikmet) göre ise :

“ Ayrılıkların aşktan büyük yaşandığı,

koca bir ömürdür Eylül…..

Yağmurdur, hüzündür……

Kimse bilmesin isterim,

Eylül, Piraye’dir….”

Mahpusta yatana ise; mevsimler, aylar, günler birbirinin aynı çaresiz bekleyiş, ara sıra açan, gülümseyen kuytuluklardaki umut çiçeğidir.

Dört mevsim sonbahardır……..

DÜN, BUGÜN, YARIN

 

Bugün sahip olduklarımızın neredeyse hiçbirinin olmadığı, dünyadan bihaber yaşadığımız çocukluğumuzun 1960’lı yılları ne güzeldi.

Cumhuriyetin kuruluş coşku ve heyecanı çoktan bitmiş, savaşların ve paylaşımların ardından dünyada yeni bir düzen kurulmuş olsa da, Anadolu’da kurtuluş savaşı ve yeni Cumhuriyet’in türküleri yankılanmaya devam ediyordu.

İZMİR’İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR….

ÇIKTIK AÇIK ALINLA ON YILDA HER SAVAŞTA….

VURUN ANTEPLİLER NAMUS GÜNÜDÜR…..

ANKARA’NIN TAŞINA BAK….

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA….

Yarıdan fazlası köylü, kasabalı olan toplumun kurtuluş, uyanış, kalkınma ve aydınlanma türküleriydi bunlar. Savaşlardan, yokluk ve yoksulluklardan bitip tükenmiş olan bir toplumun kısa sürede, dev adımlarla yeniden yaratılma destanlarıydı her biri.

Topraktan bereket, eğitimden, okullardan istikbal devşirme heyecanı ülkenin dört bir yanında yükseliyordu.

Cehalet, yokluk ve yoksulluğa karşı savaş henüz sonuçlanmamış olsa da evlerde mutluluğun ve huzurun bacası gittikçe daha yoğun tütüyordu. Yarına, geleceğe dair yeni hayaller ve umutlar yeşeriyordu.

Sonraları  her şey değişti…

Şehirlerin, ülkelerin varoşlarına, umut tacirlerinin açtığı yollardan korkarak, ürkerek akın, akın göçler başladı, köyler boşaldı. Bir yanda İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa…diğer yanda Frankfurt, Köln, Hamburg, Berlin…

Yeni işgalcilerin sermayesi ile siyasilerin vaat ettiği sahte cennetlere giden yolculukta toplum dört bir yana savruldu, bölündü parçalandı.

Düze, şehre inen eşkiya rant  toplarken, gurbetçiler Almanya’daki, Fransa’daki beylerin kapılarında kaybettikleri mutluluğu yeniden yakalayabilmenin çabası içindeydiler. Kendileriyle birlikte, yeni nesil çocukları da kör karanlıklarda yitirilen umutların ardından çaresiz sürüklenmekteydiler.

Gurbetçilerin “ Alın yazısı “ Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ezgili dizelerine de yansımıştı :

“                     Nasıl geçtin de

boz bulanık sellerden ?

Haberim mi aldın

esen yellerden ?

Yadigar mı da geldin

bizim ellerden ?

Gül-ü reyhan gibi

koktun birader

Gül-ü reyhan misali

koktun birader

Gün ışır ışımaz,

alın yazımız  parlar,

Ne alın yazısı, el yazısı be !

Sökemeyiz ki biz,ilkokul

aydınlığı bile gösterilmeyenler

Biz, pis yöneticilerin mutsuz

kişileri,

Süpürürüz yaban ellerin

sokaklarını; pis el, pis yürek !

Sığmazken atalarımız

güne, yarına,

Düşmüşüm ben, düşmüşüm ben

el kapılarına

Daha üçyüz yıl önce,

omuzlarımızda gök yarısı

bayraklar

Eğilirdi bu ülkelerin burçları

uygarlığımıza,

Şimdi ta Bünyan’daki üç çocuk,

ağızları açlıkla büyümüş

Şimdi ta Ereğli’deki dört çocuk,

gözleri açlıkla iri iri

Alır karanlıklar ardından

gönderdiğim kara lokmasını

Sığmazken atalarımız

güne, yarına,

Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben

el kapılarına

Ne duruyoruz be kardeş, aylık

bin yeşil mark

Varalım dağılalım kartal

Anadolu’dan yeryüzüne

Beyler altın uykularından

uyanmak üzere, haydi

yollarını temizleyelim

Al güneşten bile utanmadan;

pis el, pis yürek

Sığmazken atalarımız

güne, yarına

Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben

el kapılarına  “

 

Kardeş kavgaları, ölümler, idamlar, peş peşe gelen darbeler ve değişen iktidarlarla geçen yıllarda, mutluluklar ve umutlar ‘ Zümrüd-ü Anka ‘ kuşunun kanatları arasında yok olup gitti.

Arayış daha ne kadar sürecek ?

Kimbilir, belki birgün insanlık; kırıla, döküle, yedi dipsiz vadiyi aşarak çok azlarının ulaştığı Kaf dağının ardındaki Zümrüd-ü Anka’ya giden kuşlar misali, gerçek umudun, gerçek kurtarıcının kendileri olduğunu anlayıp yeniden birbirlerine sarılacaklardır.

DOLARIN SALTANATI

Son günlerde yaşanan dolardaki aşırı tırmanış eğilimi, kadrolu medya entelektüellerini öfke ve şaşkınlıkla, dünyayı yeni baştan keşfedercesine içi boş teori arayışlarına yöneltti.

Ekonomide yaşanmakta olan gerçekleri yalın ve bilimsel inandırıcılıkla algılayıp yapılan hatalardan dersler çıkarmak yerine, panik halinde yanlış politikaları savunma refleksleri ön plana çıktı. Onlara göre:

Büyük kalkınma hamleleri yapılmıştı,

Ekonomi çok dinamik ve güçlüydü,

ABD, bize karşı düşmanca davranıyordu,

Yaşanan kriz, 15 Temmuz darbe girişimiyle başarılamayan komplonun ekonomik versiyonuydu,

Muhalefet; yanlış politikaları eleştirmek yerine ABD’ye karşı birlik içinde olmalıydı,

Bugün için yapılan eleştiriler, ülkeye ihanetle eşdeğerdi,

Vesaire, vesaire…

Oysa gerçekler çok basit ve ortada.

Marks ve Engels’in, kapitalist sömürü düzenini keşfetmesinin üzerinden 170 yıl geçti.

Lenin’in, kapitalist ekonominin devleşip canavarlaşarak bir emperyalist sisteme dönüştüğü tezini icadından bu yana 100 yıllık bir tarih akıp gitti.

O günlerden bun yana, bu bilimsel tezlerin yeryüzüne yayılıp insanlığın bir kurtuluş ve özgürleşme meşalesi haline gelmesinin önünü kesmek için her yolu deneyenler ve onların ideologları bugün, hafıza kaybına uğramışçasına emperyalist ( ya da yeni moda deyimiyle küresel ) canavarların dünyayı ve ülkemizi işgalinden bahsediyor.

Küresel işgalcilere hesap, kitap yapmadan kapıları sonuna kadar açanlar, iktidarda kalabilme uğruna toplumu on yıllardır din, mezhep ve etnik temelde düşman kamplara bölenler, bir özeleştiri bile yapmadan birlik ve beraberlikten bahsediyor.

Elbette ki; emperyalist işgalcilerin yok etme politikalarına karşı birlik ve dayanışma gösterilmelidir.

Ayrımcılığa, sömürü düzenine, yok edilen özgürlük ve demokrasiye yapılan saldırılara karşı da birlik ve dayanışma.

Emperyalizmin yeryüzünde yaydığı tüm kötülüklere karşı da birlik ve dayanışma.

Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, son yirmi yıllık dönemde de sanayi üretimini, turizmi, tarım ve hayvancılığı ihmal edip, aşırı derecede dış borçla kalkınma ve tüketimi körükleme politikaları artık iflas etmiştir.

Kurtuluş için; her türlü lafazanlığın, algı operasyonlarının dışında yapılacak olanlar tartışmaya yer bırakmayacak derecede açıktır.

Her alanda öz kaynaklara dayalı üretime süratle yeniden dönülmelidir.

Lükse ve aşırı tüketime derhal son verilip tasarrufa, daha sade bir toplumsal yaşama dönülmelidir.

Ne zamana kadar?

Doların saltanatını yıkana kadar,

Borçlarımızı sıfırlayana kadar,

Tükettiğimizden çok üretene kadar,

Üst düzey üretim ve bilişim teknolojilerini ihraç etmeye başlayana kadar,

Evrensel standartlara uygun, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik hukuk devleti normlarını yakalayana kadar.

Gerisi teferruattır…

DEMOKRASİ ARAYIŞLARI

Demokrasi; yönetim ve denetim yetkisinin halkın doğrudan veya belirli aralıklarla özgürce seçtiği temsilciler eliyle kullanıldığı, toplumsal konumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi olarak tanımlanıyor.
Ulusal egemenlik, özgürlük ve eşitlik, katılımcılık, çoğulculuk, seçme ve seçilme hakkı, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi birtakım temel ilkeleri içeriyor.
Anayasa, parlamento, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, kolluk kuvvetleri ise demokrasinin vazgeçilmez araçları olarak görülüyor.
Hiç şüphesiz ki; amaç demokrasinin bilinen klasik tanımlarını ve özelliklerini yinelemek değil.        Demokrasi, çok boyutları olan evrensel bir kavram. İnsan hakları, hukuk devleti, devletin ve bireyin konumu, sosyal sınıfların toplumdaki yeri, bireysel özgürlükler, ekonomik ve sosyal adalet v.b. birçok konuyu kapsıyor. Buna karşılık toplumun demokrasi algısı ise oldukça yüzeysel. Gündelik, öncelikli ihtiyaçlarının bir hayli gerisinde.
Cumhuriyetle birlikte, tepeden verilen çağdaş anlamdaki hak ve özgürlüklerin önemi tam olarak anlaşılamıyor. Kendiliğinden daha fazlası gelecek zannediliyor. Oysa sahip çıkılmadıkça, hak olanın daha fazlası talep edilmedikçe her geçen gün demokrasinin sınırları daraltılıyor.
Neden ?
Tarihe diyalektik bir gözle baktığımızda, ekonomik-toplumsal yapılanmaların sınıfsal bir temele dayandığını görüyoruz. Köleciliğin hüküm sürdüğü çağlarda, toplumsal yapı köle sahiplerinin istek ve çıkarlarına göre şekilleniyor. Feodalizm çağında da, derebeylerin, kralların, imparatorların mutlak otoriteleri karşımıza çıkıyor. Kapitalist ve onun günümüzdeki devamı olan emperyalist toplumsal yapılanmada ise büyük sermaye sahiplerine göre şekillenmiş egemenlik ilişkileri tüm ekonomik, siyasal ve sosyal alanlarda hükmünü sürdürüyor.
Demokrasi anlayışı da bu ekonomik- toplumsal sistemlerdeki egemenlik ilişkilerine göre şekilleniyor.
Kapitalizmin 1900’lerden önceki serbest rekabet dönemine ait demokrasi anlayışı da burjuva sınıfına ait ayrıcalıkları içeriyordu. Ancak, kapitalizmi doğuran tarihsel gelişmelerde ve feodalizme karşı verilen egemenlik mücadelelerinde burjuvazi çağının devrimcisi ve öncüsü durumundaydı. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin dinamik gücü olup çağdaş, ilerici bir karekter taşıyordu. Sanayileşmenin ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan emek sömürüsü ve işçilerin kötü yaşam koşulları hak arayışlarını ve sınıf çatışmalarını ortaya çıkardı. Burjuva sınıfına karşı işçilerin verdiği büyük mücadeleler sonucu ekonomik, siyasi ve sosyal birçok haklar elde edildi. Demokrasi nispi olarak gelişti, yaygınlaştı. Çağdaş, batı tipi demokrasi anlayışı oluştu. Ama toplumda egemenler ve bu anlayışa damgasını vuranlar yine kapitalistlerdi. Emek ve sermaye arasındaki mücadelelerde kimi zaman hak ve özgürlüklerin sınırları genişlerken kimi zaman da toplumsal muhalefetin talepleri zor kullanılarak bastırıldı.
Sermayenin aşırı birikimi ve merkezileşmesi tekelleri doğururken, ekonomide serbest rekabetin getirdiği üretimdeki ilerlemeler yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına ve ranta, siyasal alanda ise burjuva demokrasisi yerini baskı ve teröre bıraktı.
Emperyalist- kapitalist sistemin günümüzdeki adı küreselleşme.
Bugün geldiğimiz noktada; küresel sistemin ekonomik olarak yayılarak dünyanın belirli merkezlerinden yönetildiği, ulus devlet yapılarının, hak ve özgürlüklerin abluka altına alınma savaşlarının verildiği bir kaosun içinde yaşıyoruz. Demokrasi mücadeleleri küreselleşme kıskacında boğulmaya çalışılıyor. “ Çağdaş “ batı, şimdilik daha fazla sahip olduğu hak ve özgürlükler nedeniyle ayrıcalıklı penceresinden Orta Doğu’daki yakıcı ve yıkıcı şavaşları, yaratılan küresel terörü sadece seyrediyor. Ancak çıkan yangınların dünyanın diğer bölgelerine de yayılma olasılığı gittikçe yükseliyor. Ülkemizde ise; Cumhuriyetle eş zamanlı olarak getiremediğimiz demokrasi sancıları artarak devam ediyor. Toplumu yönetenler; 1950’li yıllardan bu yana söylemde savunup eylemde budadıkları demokrasi adımlarını atma yerine, etnik ve dinsel temele dayalı ”algı operasyonlarıyla “ toplumu oyalayıp iktidarda kalma siyasetine devam ediyorlar.
Parlamento’nun, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve derneklerin işlevsiz kaldığı bir ortamda, toplumun zayıf demokrasi algısı ve demokrasi korkusu geleceğe dönük kuşkuları artırıyor.
Bugün; ekonominin, siyasetin ve sosyal yaşamın depremler yaşadığı bir labirentin içinde yolumuzu bulmak için savruluyoruz. Bir yol ayrımındayız. Ya labirentin duvarlarını yıkıp aydınlığa çıkacağız ya da labirentin karanlıklarına daha çok gömüleceğiz.
Umut her zaman vardır.