Aylık arşivler: Nisan 2020

MASKELİ BALO

İnsan, değişik yüzleriyle maskeli bir baloda dolaşır gibi geçirir ömrünün çoğunu.
Masum, temiz çocukluk yıllarını geride bırakarak çıkılan yolculuklarda kalabalıklara karışıp kaybolurken, eski günlerin, eski yüzlerin soluk izleri de gerilerde, ıssız, kuytu köşelerde, sis bulutlarının ardında yapayalnız kalır. Artık mazi; dar günlerde kaçıp gitmek isteyip de bir türlü adım atamadığımız, ruhumuzu huzura kavuşturmaya çalıştığımız bir sığınaktır yalnızca. Her şeyi bir yana bırakıp geçmişe dönmek istesek de nafile. Çıktığımız, dönüşü olmayan bir yolculuktur.
Her gün karşısına geçip baktığımız aynalardaki simalarda, zamanın kaçınılmaz izlerini keşfetmeye çalışsak da, sonu görünmeyen yolculuğun bizi nereden nereye sürüklediğini, kim olduğumuzu, ne hale geldiğimizi bir türlü anlayamayız. Biz, biz olmaktan çıkıp başka gezegenlerden gelen yaratıklara döndüğümüzü göremeyiz.
İçinde yaşadığımız hayatın sığ, sahte yüzünü gösteren aynalar da buna benzer. Uzaklardan bakıp, gerçeğin yerine sınırları başkaları tarafından çizilmiş bir hayatı görürüz. Sorgulamadan, yargılamadan bir çırpıda kabul eder geçeriz. Çıktığımız yolculuğun her durağında, tam alışacakken “ yenisi “ diye önümüze konulan benzer yol haritasının bizi hangi tuzaklara doğru götürdüğünün bile farkına varamayız. Bize sorulmadan hazırlanmış projeleri, kuralları, ideolojileri, şablonları, reçeteleri bir kenara bırakarak, nedenlerin, sonuçların, gerekçelerin peşine düşüp daha iyi bir dünya, daha aydınlık bir yol arayışı aklımıza bile gelmez çoğumuzun. Bizim dışımızda, önceden belirlenmiş kurallar, gelenekler, değer yargıları, saplantılar, alışkanlıklar, ihtiraslar, egolar, doyumsuzluklar, bitirilemeyen işler, popüler olanı anında yakalama şehveti, gerçek yaşamı görmemizin önünde aşılmaz bir duvar, bir sis perdesi gibi durur. Efendisi olmak yerine bizim olmayan sahte bir hayatın kullarına dönüşürüz. Belki de başkalarının seçerek önümüze koyduğu, birbirimizle yarıştığımız, birbirimizle savaştığımız yalancı bir hayatın günahkârlarına.
Kulluktan çıkıp özgür birey olma, diğerlerine benzemeyip özgün olma, özgün bireyler olup yan yana gelerek daha çok özgürlüğe, refaha kavuşma gibi düşünceler, aşılmaz tepelerin ardında bekleyen hayaller olmaktan öteye gidemez çoğumuzda. Sistem, resmi ideoloji, başkalarının taktığı maskeli yüzlerden kurtulup kendisi olmaya çalışan, kendisini arayan insana düşmandır. Çünkü sistem, bireyin özgün kişiliğini yok edip herkesi birbirine benzer hale getirmek üzerine kuruludur. Sistemin uzantısı haline gelmiş muhalefet yelpazesi içinde savrulanların da durumu, insana bakışı diğerlerinden çok farklı değildir aslında.
İç dünyalarımızın kuytuluklarını, yaşamın derinliklerini yansıtan aynalarda gördüklerimiz ise bambaşkadır. Issız bir kalenin zindanlarına, hiç açılmayan süslü bir hazine sandığına kilitlenen nice gerçeklerle yüz yüze getirir her birimizi. Zindanların kapılarını, hazine sandığının kilitlerini açtığımızda, kendimiz bile şaşırırız gördüklerimize. Oysa gerçek yüzümüz, gerçek kişiliğimiz, yaşamın derin sırları oralarda gizlidir.
Denizin derinliklerinde bir kabuğun içine gizlenmiş bir inci gibi duran gerçekler, bir hazine gibi göz alıcı duruşuna rağmen acıtır, canımızı yakar, zehirli dikenler gibi bir yerlerimize batar her birimizin. Bazen de işkence tezgâhlarına yatırıp kolumuzu, kanadımızı kırar, kızgın bir demirci çubuğunun bedenimize batması gibi dağlar her yanımızı.
İç dünyalarımızın, yaşamın gizli sırlarına ermek; karanlık bir kuyudan çıkıp karşımıza dikilecek dev yaratıklar gibi ürpertir korkutur bizi. Birbirine benzeyen maskeli halimizle kendimizi özgür, güvende hissederiz. Gerçekte ise, özgürlük ve güvence kendimiz olmaktan, kendimizi aramaktan geçer.
Maskeli, sahte yüzlerle doludur her yanımız.
Demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük maskesi taşıyanlar.
Devrimcilik, toplumculuk, milliyetçilik, vatanseverlik maskesi taşıyanlar.
Çağdaşlık, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik maskesi taşıyanlar.
Aydınlık, entelektüellik maskesi taşıyanlar.
Çevrecilik maskesi taşıyanlar.
Dindarlık, muhafazakârlık maskesi taşıyanlar.
Daha niceleri.
Hangi bir sahte yüz insan olmanın yerini tutabilir ki?
Maskeli yüzler, kopya insanlar yaratmak için seferber olmuş bir gelenekçi sistem içinde özgün birey olma savaşı zordur. Sık sık yoruluruz bu kavgalardan. Hastalanıp yataklara düşeriz bazen. Günlük yaşam kavgasından, cephede düşmana karşı girişilen kavgalardan daha öldürücüdür bu kavgalar, ama bir kere savaşa girilirse bu savaş bir ömür boyu sürer.
Maskeli, sahte yüzlerini gördüklerimiz yaşamın derinliklerindeki, içimizdeki hazinelerin ışıldayan yüzüne düşmanca, kin ve öfkeyle bakar. Bir an o derece açıklığı, sadeliği kıskanıp ona gıpta ederken, başka bir an nefretle doldurur tüm benliğini. Onlara yakın durmayı denedikçe öldürme, yok etme duyguları ağır basar. Aykırı, farklı olanı, kendisine benzemeyeni bir yerlere sığdıramaz.
Aykırı, değişik düşünceler, farklı kişiliklerdir hayatı yeşerten, ona can veren. Onlara kulak vermek varken daha filizlenmeden kırıp öldürmek niye?
Gıpta, nefret ve korku ayrılmaz üçlü gibi zaman zaman yer değiştirse de birbirinden hiç kopmaz.
Çoğumuz kanıksarız bu hastalık hallerini, bu histeri nöbetlerini. Onunla yaşamak bir yazgıya dönüşür zamanla. Kimimiz de yaraya neşteri vurup kurtulmak isteriz tüm çelişkili ruh hallerinden. Bazen de yaşamın kendisi dayatır bunu. Hepimizi derinden şöyle bir sarsar.
Tüm dünyayı alt üst eden bir virüs salgını; işlediğimiz tüm günahların kendiliğinden ya da “ Deccal “ ortaya çıktığında bir çırpıda yok olacağını düşünen, gezegenin tüm yaşamını hoyratça tahrip eden insanoğluna bir uyarıdır belki de.
Belki de kapımıza dayanan, kendimizle ve tüm bir hayatla o büyük yüzleşme anıdır. Arınıp sadeleşmedikçe, maskeleri çıkarıp atmadıkça yeniden normale dönmenin başka bir yolu da yoktur.
Yüzleşme; yazgının tutsaklığından kurtulup dikilir yolumuza. Kendimiz olmak isteriz, kendimizin yarattığı bir dünyada yaşamak isteriz. Gıpta, nefret, korku dağılıp bir sevgi yumağına dönüşür. Sevgiliye sarılır gibi, masum bir çocuğun kocaman gözlerindeki ışığı usulca uzanıp yakalar gibi uzanır kollarımız.
Yüzyıllar öncesinden Mevlana’nın seslenişi gelir kulaklarımıza:
“ Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
İnsan; kendi iç dünyasıyla, yaşamın derin sırlarıyla yüzleşmeden, maskeli bir baloda dolaşır gibi sahte bir ömrü tüketebilir mi?
21 Nisan 2020

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

İnsanlık tarihinin bir yüzü savaşların, katliamların, ayaklanmaların, hastalıkların neden olduğu vahşet ve ölümlerin acı gerçekleri, öteki yüzü ise aç gözlülüklerin, iki yüzlülüklerin, hırsların ve ihanetlerin yalanlarıyla doludur.
Tarihte verilen bütün kavgaların nedeni çürümüş saltanatları, tahtları olduğu gibi korumak, sürdürmek olsa da, kaçınılmaz sonuç ve yaşamın değişmeyen gerçeği, sürekli değişimdir.
Her şey bir film şeridi gibi nasıl da hızla gelip geçiyor kısacık hayatımızdan.
Yıllar, mevsimler, olaylar, insanlar, canlılar, cansızlar…
Çoğumuzun geçen yüzyılda başlayan çocukluk, delikanlılık dönemlerinin o masum, temiz, günahsız günleri şimdi çok gerilerde kaldı.
Dünyaya henüz gözlerimizi açtığımız mekânlardaki küçücük mahalleler, köyler, kalabalık, iç içe aileler hafızalarımızda silik birer anı sadece.
Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz aşklar, arkadaşlıklar, ideolojilerle kucaklaştığımız delikanlılık günleri de öyle.
Toplumsal yaşamımızın büyük çalkantıları, olaylar, değişimler; iç dünyalarımızın kalelerini, tozpembe hayallerimizi bir bir alıp götürdü. Geriye yıkıntılar, acılar, umutsuzluklar, hayal kırıklıkları kaldı.
Her birimiz bir yerlere savrulduk.
İçine yuvarlanıp şaşkına döndüğümüz her olayın ardından “ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ diye diye dünyanın çehresini, etrafımızı sarıp sarmalayan hayatı yeniden kurguladılar.
Tekrarlanıp duran aynı söylevler; hem yalın gerçeklerin ortaya dökülmesini anlatan, hem de her türlü ikiyüzlülüğün, yalanların, günahların üzerini örten sihirli sözcüklerdi yalnızca.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “, her şey değişecek…
Çok şey değişti de.
Biz değiştik mi?
Ne yöne doğru?
Biz değiştirebildik mi bir şeyleri, özlemini duyduğumuz daha iyi bir dünyaya doğru?
Çabalarımız, kavgalarımız boğulup gitti mi kuytuluklarda?
Yoksa sadece seyrettik mi geçip gidenleri, sisli camın ardından, boş gözlerle?
Ülkeleri kökten sarsan ölümcül salgın hastalıklar, büyük savaşlar, ayaklanmalar, devrimler, darbeler sonrası dünya yeniden ve yeniden değişti, yeni düzenler kuruldu.
Hayretle, korkuyla, şaşkınlıkla izledik.
Devrimler, diktatörlükler yıkıldı bir bir. Yeni yalanlarla günahlar saçıldı her yana.
Her şey çok değişti.
Yazının icadıyla ( M.Ö. 3200’ler ), insanlık ilkel çağlardan çıkıp maceralarla dolu yeni bir dünyaya doğru yol aldı.
Koskoca Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı ( M.S. 476 ), dünya yeniden şekillendi.
İstanbul’un fethi ( 1453 ), dünyayı değiştiren yeni bir çağ başlattı.
Fransız İhtilâli ( 1789 ) Avrupa ile birlikte tüm dünyayı değiştiren yeni bir dönemin kapılarını açtı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ( 1914-1918 ve 1939-1945 ), yıkılan imparatorlukların, geride kalan yüz binlerce ölümlerin, açlık ve sefaletin üzerine yeni sınırlar çizip yeni ülkeler kurdu.
1917 Sovyet Devrimi, birçok ülkeyi sosyalizme götüren devrimlere, iç savaşlara ve yeni siyasal rejimlerin kurulmasına yol açtı.
İşgal edilen topraklardaki Anadolu İhtilâli ile yıkılan 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, 1923’te yeni bir düzen, Cumhuriyet kuruldu.
Geride kalan yüzyılda ayaklanmalar, darbeler, katliamlar, siyasi cinayetler, hapisler, idamlar hiç eksilmedi Anadolu topraklarından.
1989-1990’larda yıkılan sosyalist rejimlerden sonra, dünya yeniden değişimlere, çalkantılara ve kaoslara doğru sürüklendi.
21. yüzyıla girerken, nereden geldiği tam olarak aydınlatılamayan saldırılarla “ İkiz Kuleler “ yıkıldı Amerika’da. 3000 masum insan can verdi çelik gökdelenlerde. Televizyonların karşısına geçip bir film izler gibi izledik yalnızca.
Ardından işgaller geldi. Afganistan, Irak, …
“ Arap Baharı “ yalanıyla Orta Doğu kan gölüne çevrildi.
Dünya çok değişti.
“ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ dediler, her seferinde.
Çok yakın geçmişimizde, içimizde “ Ergenekon, Balyoz “ operasyonlarıyla her şey alt üst oldu.
15 Temmuz’u yaşadık hayretle, ürpertiyle.
Çok şey değişti ardı sıra.
Bugün, dünyayı sarsan bir bilinmez virüsle kapandık evlerimize.
Her şey ilkti, her şey yeniydi güya.
Her şey iç içe geçmiş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla yeni bir dünyayı haber verir gibi yeniden.
O meşhur söylem dillerde dolaşıyor yine.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “
Her şey, üstü örtülmüş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla dolu.
Her şey gerçek.
Her şey yalan, dolan…
15 Nisan 2020

HAYAT GÜZELDİR ( La Vita ‘e Bella )

Tarihsel olayların, toplumsal gerçeklerin siyasal yüzünü bazen komedi bazen de trajedi olarak anlatan sıradan hikâyeler, masallar vardır.
Bir taraftan çürüyen, yok olan, asırlar süren bir dönemin yıkılışı, öte yandan yeni doğan toplumsal ilişkileri yalın, çıplak bir şekilde anlatan öyküler. Ya da çok hızlı değişen gelenekçi toplumsal yapıları hem güldürecek hem de acı acı düşündürecek tarzda sergileyen edebiyat, sinema ve tiyatro eserleri….
Siyasetin karmaşık, yıkıcı rüzgârlarının edebiyat ve sanat alanlarına değişik biçimlerde yansıması, onu basitleştirip bir nebze yumuşatarak daha insancıl, daha barışçıl bir şekle dönüştürmüştür.
Rus yazar Saltıkov Sçedrin’in, Çarlık Rusya’sında gericiliğin ve despotizmin zirveye tırmandığı dönemde uygulanan sansürü aşmak için yazdığı “ Büyüklere Masallar “ı; kendine özgü anlatımıyla tam bir toplumsal eleştiri niteliğindedir.
Büyüklere Masallar’ı Rusçadan çeviren Mazlum Beyhan şöyle diyor : “ Saltıkov Sçedrin’in masal yazmaya başlamasının nedeni, yalnızca bir edebiyat türü olarak masalı da denemek istemesi değildir. Rusya’da gericiliğin alabildiğine azgınlaştığı o dönemin koşullarında masal, ilerici sanatsal aktivitenin bir aracı olmakta ve Çar sansürünün uygulanmasını zorlaştırmaktaydı. Bunun yanı sıra, masalların hayvanlar dünyasına, söylencelere, halk öykülerine yaslanması, yazara geniş kitlelere ulaşma olanağı sağlamaktaydı.”
Bir başka yönden bakıldığında, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, yıkılmakta, altüst olmakta olan bir toplumun trajedisidir de bu.
Bir dönem sosyalist dünyanın aforoz ettiği İngiliz yazar George Orwel’in Stalin dönemini eleştiren “ Hayvan Çiftliği “; bir başka tarihsel dönemin eleştirisi ve toplumsal trajedisidir. George Orwel’in; zamanında büyük tepkiler alsa da değişen tarihle birlikte eleştirilerinin haklılığı, doğruluğu kanıtlanmıştır. İnsanlığa büyük umut ve hayaller vaat ederek filizlenen sosyalizm; ideolojik olarak olmasa da fiilen, onun özüne aykırı olarak yozlaşan, bireysel tutku ve hırsların elinde zayıflayıp yıkılma gibi bir trajik sondan kurtulamamıştır.
Sçedrin ve Orwel; ne güzel de anlatmışlar, yaşadıkları dönemin toplumsal ilişki ve çelişkilerini, hayvanlar âlemi üzerinden…
Bir başka toplumsal öykü ise, İtalyan yönetmen Roberto Benigni’nin 1997 yılı yapımı bir film. “ Hayat Güzeldir “ ( La Vita ‘e Bella ).
Sisli bir ortamda, “ Bu basit bir hikâye. Ama anlatılması pek de kolay değil.” diye başlar film.
1939 yılında Guido ( Roberto Benigni ), İtalya’daki amcasının yanına çalışmak için gider. Kendisi bir İtalyan Yahudi’sidir. Bir kitapçı dükkânı açmak ister. Dora ( Nicoletta Braschi ) adında Yahudi olmayan aristokrat bir ailenin öğretmenlik yapan kızına âşık olur. Başkasıyla nişanlanacak olan Dora’yı nişan gecesi kaçırır. Evlenirler ve Joshua ( Giorgia Cantarini ) adında bir oğulları olur. Mutlu bir şekilde yaşarlarken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanların İtalya’yı işgaliyle, Guido oğluyla birlikte bir toplama kampına gönderilir.
Kampta, savaşın ve Almanların acımasızlığından oğlunu kurtarmak isteyen Guido, her şeyin kendisinin planladığı bir oyun olduğunu, eğer oyunu kazanırlarsa gerçek bir tanka sahip olacaklarını anlatır.
Almanların, işgal sonrası kampı terk etmeleriyle birlikte, Jashua babasının kurguladığı oyun sayesinde saklandığı kutudan çıkar ve hayatta kalmayı başarır.
Değişik tarih kesitlerinden iki kitap ve bir film özeti. Komedi ve trajedinin iç içe geçtiği üç öykü.
Amaç, sadece birkaç kitap ve film özeti yapmak değil.
Bugünün toplumsal gerçeğinde, ülkemizde yaşanan çalkantıların komedi mi trajedi mi olduğunu anlamak oldukça güç.Yok etme savaşına dönüşmüş olan bir komedi oynanıyor.İktidar için oynanan bu savaşın kazananı kim olacak ? Bilinmiyor. Toplum ise kolayca, sadece duygularıyla oyuncuların etrafında saflaşmış bu komediyi izliyor. Oynanan komedinin her geçen gün bir trajediye dönüşme olasılığı artıyor.
Siyasetin, hepimizin ibretle izlediği en son sahnelerinden başlayarak bir sonuca gidersek, tepeden tırnağa bir toplumsal yozlaşma, çürüme içinde olduğumuz kesin. Daha iyi bir dünya umudu ise tüm yaşananlara rağmen devam ediyor.
Hayat Güzeldir…
La Vita ‘e Bella…
9 Nisan 2019

KÜRESEL DÜNYANIN YENİ DÜZENİ

Küresel ( emperyalist ) toplum ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada, haksızlıklar, adaletsizlikler, yokluklar, yoksulluklar ve yasaklarla dolu da olsa, küçük adacıklarda sığındığımız bireysel, küçük dünyalarımızda yalancı mutluluklar peşinde koşarken, nereden geldiği meçhul bir virüs salgını hayatlarımızı alt üst etti.
Sermayenin, üretimin, teknolojinin, ulaşımın, iş gücünün, sosyal yaşamın çoktan küreselleştiği bir dünyanın yeni farkına varıyoruz. Şaşkın ve çaresiz bir ruh hali içindeyiz.
Çoğumuzun beklemediği, bazılarımızın ise zaten bildiği, ardı arkası kesilmeyen küresel ekonomik krizler, savaşlar, işgaller, ölümler, algı oyunları bugün bir virüs salgını yoluyla, başka bir şekilde sahneleniyor. Salgının birileri tarafından mı yayıldığının yoksa kendiliğinden mi ortaya çıktığının bugün için fazlaca bir önemi yok.
Küresel oluşumların ve faaliyetlerin, dünyanın en ücra köşelerindeki bireylerin yaşamına girdiği bir ilişkiler ağında, bu salgının nereden geldiği üzerine kurulu komplo teorileri ( gerçekse ) elbet günün birinde aydınlanacak. Şu an yalnızca bu konuya odaklanıp, bu salgın felaketinin ardından kurulacak yeni dünya düzeninin nasıl olacağı, nelerin değişeceği konusunu gözlerden uzak tutma gafletine düşülmemelidir. Salgının yol açtığı ölümler ve yayılmasını önlemek için insanların evlerine hapsedilerek izole bir hayata mahkûm edilmesi, küçümsenecek, basit bir durum değildir. Ne var ki, bu zorunlu mahkûmiyetin yol açtığı üzüntülerin, sıkıntıların, gelecekte bizi bekleyen büyük sorunlara çare arayışlarının önüne geçip bizi çaresizliğe sürüklemesine izin vermeyecek sağlıklı ruh halini de korumak gerekiyor.
Virüs felaketinin nereden çıktığına yanıt ararken, nelere yol açabileceği ve ardından nasıl bir dünyanın şekilleneceği konularına yönelerek daha sağlıklı, daha somut ipuçlarına ulaşabiliriz.
Yaşadıklarımız; küresel dünya düzeninin restorasyonu ve kendini yeniden güncellemesi için fırsatlar yaratmıştır. Bildiğimiz, yaşadığımız küresel egemenlik ilişkileri devam edecek ama birçok şey değişerek dünya çıkmaz sokaklara sürüklenip yeni bir düzene doğru evrilecektir.
Neler değişecek?
* İnsan yerine robot teknolojisi biraz daha öne geçerek emeğin üretimdeki yeri daha da azalacaktır. Ücretsiz, sendikasız robotlar sermayenin kazançlarını artırırken, işsizler ve açlar ordusu çoğalacaktır.
* Ortaya çıkacak ekonomik kriz, ulusal ekonomileri çökerterek küresel ekonomiye bağımlılığı artıracaktır.
* Daralan dünya ekonomisi içinde iflas eden, değer kaybeden şirketler ve pazarları el değiştirecektir.
* Ekonomisi çöken ya da zayıflayan ülkelerin sermaye ve borçlanma ihtiyacı artacaktır.
* Salgın felaketi nedeniyle ölen yaşlılara ve kronik rahatsızlığı olanlara ödenecek sağlık, sigorta ve maaş giderleri ( güya ) azalacaktır, ama işsizlik ve ekonomik kriz nedeniyle fiziksel ve ruhsal sağlığı bozulacak bireylerin sayısı artacak, toplumsal kaos derinleşecektir.
* Oluşan korku toplumları ile insanlar arasındaki örgütlenme ve sosyal ilişki güdüleri zayıflayacaktır.
* İnsan yerine ikame edilen robot ve bilişim teknolojisi ile toplumların ve bireylerin kontrolü kolaylaşacaktır.
Görüldüğü gibi, virüs salgınını kimin yarattığından çok nelere yol açacağı ve kimlere yarayacağı konusu daha çok şeyi aydınlatıyor. Küresel sermaye, salgını ve dünyanın yaşadığı felaketi fırsat bilerek yeni kazançlara, yeni olanaklara doğru koşacaktır.
Küresel sermayenin bir ulusu, bir iktidarı, sonuna kadar arkasında durduğu liderleri, temsilcileri yoktur. Dünya, çok uluslu satranç tahtasındaki hamlelerle yönetilir. Krize giren ekonomiler, batan şirketler, toplu katliamlar ve ölümler hangi ülkeye ait olursa olsun yalnızca satranç oyununun hamlelerine hizmet eder.
Elbette bütün bu gelecek tasarımları, küresel sermayenin arzu ettikleri, planları, oyunlarıdır. Karşısında ise koskoca bir dünya ve toplumların bireyleri vardır.
Çareler nelerdir?
* Bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu küresel ekonomilerin uzantıları olan ülkelerde yönetimler değişmeli ve yerini ulusal, yerel topyekûn kalkınma modellerine dayalı yönetimlere, uygulamalara bırakmalıdır.
* Toplumlardaki bireysel rant, aç gözlülük ve daha çok kazanç hırsı üzerine kurulu egemenlikler yerini insana, doğanın korunmasına ve demokrasilere bırakmalıdır.
* Metropollerin gökdelenlerinden çıkıp kırlara, dağlara dönülmelidir yeniden. Tarlalar ekilip ürünler çoğaltılmalı, fabrikalar, makineler, teknolojiler bozkırlara taşınmalıdır.
* Hoyratça geride bırakıp terk ettiğimiz bereketli Anadolu topraklarına yeniden dönülmelidir.
Unutmayın!
Karanlıktan daha güçlü, aç gözlü canavarların saltanatlarına son verecek umut ışığı da yükseliyor.
Karanlıkların ardı hep aydınlıktır.
6 Nisan 2020